31 Mart 2012 Cumartesi

Vakit olmuş 2012 nin Nisan ayı


Nisan ayının ilk günündeyiz, vakit olmuş 2012 nin 4. ayı. 2000 yılını görmek bile bir hayal gibiydi. “Acaba üzerine 2000 yazan bir takvim görebilecek miyiz?” diye yıllar önce kendime bir soru sormuştum, hatırlıyorum. Şimdi sabah oluyor, pencereyi açtığımda muhteşem ötesi bir hava solukluyorum. Günün Pazar olduğunu fısıldıyor kulaklarıma. Gündemli ülkenin gündemli insanıyım bende. Her sabaha, her güne, her saate ayrı bir şeyler çıkar karşıma “Beni yaz”, “Beni yaz” diye. Elimde varsa kalemim yazarım, karşımda bilgisayar varsa, zaten hazırdır neler yazacağım. Sanki birileri kulağıma söylüyor ve bende onun dediklerini olduğu gibi ekrana yansıtıyorum. Son bir yıldır on parmak yazıyorum. O nedenle elimi klavyenin üzerine bıraktığımda hangi harf nerededir bakmam, kendiliğinden basar parmaklarım. Anlatıyorum, şimdi bile kendi başıma bir mesele anlatıyorum, aynı zamanda radyodan “Anlayamazsın” şarkısını söylüyor sevgili İzel.

Ama ben sizin anladığınızı düşünüyorum, hele üç satırdan sonrasına kadar okuduysanız sizin bir okur olduğunuza kanaat getirdiğimden şüpheniz olmasın. Üç satırdan sonra okumaya devam edenler benim gerçekten can dostlarımdır, okumaya gönül vermiş, okumaya katkıda bulunmuş insanlardır. Sizler benim için değerlisiniz. Bana karşı bir faydanızın olmasını beklemem. Size “İyi bir insansınız” demek için sizden kötü bir şey görmemiş olmak yetiyor. İyilik yapan ile hiçbir şey yapmayan aynıdır, ikisi de iyi insanlardır. Kötü olanlar burada ayrışırlar. İş kötülük noktasına geldiğine göre içimi dökeyim biraz. Benim tarafımdan kimseye kötülük yapılmayacağına dair tüm insanlığı garanti altına almış bulunuyorum. Zarar vermek istiyorsam en başka kendime veririm. Yani iğne yapmadan önce çuvaldızla kendimi dürterim. Benim insanları anlamam lazım. İnsanları anlamak için onların halini yaşamam lazım. Yoksa uzaktan atıp tutmak kadar kolayı yok, ben kolaycı adam olmadım. İşin gerçeği neredeyse, “Bu şeyi nasıl daha iyi kavrayabilirim” yoluyla oraya giderim.

Anlamayana kadar da kuyruğunu bırakmam o işin. Yapım bu değil. Benim bir yapım yok. Kimsenin herhangi bir yapısı yoktur aslında. Sonradan oluştururlar bunu. İyi olmak da, duygusal olmak da, kıskanç olmak da, aniden öfkelenebilecek biri olmak da, zifiri karanlıkta birinin onu dürtünce korkmaya ya da korkmamaya da insan kendisi karar veriyor. Dışarıdan atıp tutma olayı değil, ben bunu en başta kendimde gördüm. Edindiğim her huy, bir elbise gibiymiş ve kendime giydirmişim. Huyların hepsini söküp attım. Prensiplerim, kurallarım, sınırlarım vardı. Baktım ki bunların kendi yoluma engel olarak kullanıyormuşum. Düşünsene kocaman bir sahra ortasında hala bir tarafa gidememeyi… İşte kural, kanun, nizam dedikleri budur. Aslında yolunu kesen bir şey yoktur ama prensiplerin o kadar birikmiş ki, yolunda bir adım daha ilerleyemiyorsun. Çünkü kendi kendini sınırladın.

Jack Ansign Addington’un bir sözü var; “İnsanlar kendileri için kurallar ve yasalar koyarlar. Sonra da bu kuralların esiri olup mutsuz olurlar.”

Adam resmen kitabın ortasından konuşmuş. Farkındalığın dibine vurmuş. Ben buyum demiş artık. “Ben buyum” demesini sağlayacak olan her şeyi sil baştan düzenlemiş. Doğru olan şekilde yapmış. Hah işte aynısından yaptım. Olması gereken buydu. Öfkelenmek, sinirlenmek, kalp kırmak o kadar kolay ki hepimiz de zamanında birilerinin kalbini kırmış ve canını acıtmışızdır. O nedenle kalp kırmak kimsenin literatürüne ters bir cümle değil. Gerek bir çocuğun istediği bir şeyi yapmamak, gerekse annesini ya da bir arkadaşını terslemek veya yolda yanlışlıkla omuz atan birine gücü yettiği için oracıkta pat-küt dövmek. Alabildiğine sıralanabilir bu gibi şeyler. Bırakın biraz kendinizi, boğmayın yani. Yaklaşık on yıldır “Canım sıkılıyor” sözünü kullanmadım. Çünkü canımın sıkılmasını engelleyecek o kadar çok sebep buldum ki. Ortalıkta milyonlarca “pff canım sıkıyor” sözünü söyleyen var ama bunlardan ancak yüz tanesi can sıkıntısını gidermenin yollarını arar. Kendini tanımlamış kişi can sıkıntısının dermanını da bulmuş kişidir.

Müzik gibisi yok, müzik insanı yeterince yatıştırıyor, tabi bunalım müzikleri dinlenilmediği sürece. Moralini bozmak için ağır müzikler dinleyenler bilirim. O derece yani. Müzik sarmayınca açar bir kitap okur insan, olmadı bir defter açar bir şeyler karalar, yazacak bir şey olmasa bile bir hayvanın resmini çizmeye çalışır vs. vs.  bulunur yani. İmkânsız değil. Şu anda biraz yazmaya ağırlık verdiğim bir dönemde olduğum için ayda beş kitaba kadar düştüm. Okurum, en boş yazıyı bulsam bile okurum. Ömrüm boyunca durmadan okusam da akıl çöplüğümün yüzde birini bile dolduramayacağımı bildiğim için. Ne bulsam atıyorum akıl çöplüğüme. Birikmesinde yarar var. Hiç değilse kelime hazinem genişler. İlla bir şeyler anlamam gerekmiyor okuduğumdan, keyifle okuyorum. Bazen hoşuma giden yerleri not alıyorum, odamın duvarları kâğıtlarla dolu. Yani odamda elim boş dolaşsam da ne tarafa baksam okuyacak bir şeylere rastlıyorum. İyi geliyor. Keyfini çıkarmayı bilmek gerek hayatın, kendimizi kasmadan, umursayınca bir anlam ifade etmeyeceğine inandığımız şeyleri umursamayarak yaşamak. Kaç yaşındaysak, içinde bulunduğumuz yaşa birkaç kaşık yaşam katmak gibi mesela. Onun gibi.

Servet Saygınoğlu – Vakit olmuş 2012 nin Nisan ayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder