Nisan ayının ilk günündeyiz, vakit olmuş 2012 nin 4. ayı.
2000 yılını görmek bile bir hayal gibiydi. “Acaba üzerine 2000 yazan bir takvim
görebilecek miyiz?” diye yıllar önce kendime bir soru sormuştum, hatırlıyorum. Şimdi
sabah oluyor, pencereyi açtığımda muhteşem ötesi bir hava solukluyorum. Günün Pazar
olduğunu fısıldıyor kulaklarıma. Gündemli ülkenin gündemli insanıyım bende. Her
sabaha, her güne, her saate ayrı bir şeyler çıkar karşıma “Beni yaz”, “Beni yaz”
diye. Elimde varsa kalemim yazarım, karşımda bilgisayar varsa, zaten hazırdır
neler yazacağım. Sanki birileri kulağıma söylüyor ve bende onun dediklerini
olduğu gibi ekrana yansıtıyorum. Son bir yıldır on parmak yazıyorum. O nedenle
elimi klavyenin üzerine bıraktığımda hangi harf nerededir bakmam, kendiliğinden
basar parmaklarım. Anlatıyorum, şimdi bile kendi başıma bir mesele anlatıyorum,
aynı zamanda radyodan “Anlayamazsın”
şarkısını söylüyor sevgili İzel.
Ama
ben sizin anladığınızı düşünüyorum, hele üç satırdan sonrasına kadar
okuduysanız sizin bir okur olduğunuza kanaat getirdiğimden şüpheniz olmasın. Üç
satırdan sonra okumaya devam edenler benim gerçekten can dostlarımdır, okumaya
gönül vermiş, okumaya katkıda bulunmuş insanlardır. Sizler benim için değerlisiniz. Bana karşı bir faydanızın olmasını
beklemem. Size “İyi bir insansınız” demek için sizden kötü bir şey görmemiş
olmak yetiyor. İyilik yapan ile hiçbir şey yapmayan aynıdır, ikisi de iyi
insanlardır. Kötü olanlar burada ayrışırlar. İş kötülük noktasına geldiğine
göre içimi dökeyim biraz. Benim tarafımdan kimseye kötülük yapılmayacağına dair
tüm insanlığı garanti altına almış bulunuyorum. Zarar vermek istiyorsam en
başka kendime veririm. Yani iğne yapmadan önce çuvaldızla kendimi dürterim. Benim insanları anlamam lazım.
İnsanları anlamak için onların halini yaşamam lazım. Yoksa uzaktan atıp tutmak
kadar kolayı yok, ben kolaycı adam olmadım. İşin gerçeği neredeyse, “Bu şeyi
nasıl daha iyi kavrayabilirim” yoluyla oraya giderim.
Anlamayana kadar da kuyruğunu bırakmam o işin. Yapım bu değil. Benim bir yapım yok.
Kimsenin herhangi bir yapısı yoktur aslında. Sonradan oluştururlar bunu. İyi
olmak da, duygusal olmak da, kıskanç olmak da, aniden öfkelenebilecek biri
olmak da, zifiri karanlıkta birinin onu dürtünce korkmaya ya da korkmamaya da
insan kendisi karar veriyor. Dışarıdan atıp tutma olayı değil, ben bunu en
başta kendimde gördüm. Edindiğim her
huy, bir elbise gibiymiş ve kendime giydirmişim. Huyların hepsini söküp
attım. Prensiplerim, kurallarım, sınırlarım vardı. Baktım ki bunların kendi
yoluma engel olarak kullanıyormuşum. Düşünsene kocaman bir sahra ortasında hala
bir tarafa gidememeyi… İşte kural, kanun, nizam dedikleri budur. Aslında yolunu
kesen bir şey yoktur ama prensiplerin o kadar birikmiş ki, yolunda bir adım
daha ilerleyemiyorsun. Çünkü kendi kendini sınırladın.
Jack Ansign Addington’un bir sözü var; “İnsanlar kendileri için kurallar ve
yasalar koyarlar. Sonra da bu kuralların esiri olup mutsuz olurlar.”
Adam resmen kitabın ortasından konuşmuş. Farkındalığın
dibine vurmuş. Ben buyum demiş artık. “Ben buyum” demesini sağlayacak olan her
şeyi sil baştan düzenlemiş. Doğru olan şekilde yapmış. Hah işte aynısından
yaptım. Olması gereken buydu. Öfkelenmek, sinirlenmek, kalp kırmak o kadar
kolay ki hepimiz de zamanında birilerinin kalbini kırmış ve canını
acıtmışızdır. O nedenle kalp kırmak kimsenin
literatürüne ters bir cümle değil. Gerek bir çocuğun istediği bir şeyi
yapmamak, gerekse annesini ya da bir arkadaşını terslemek veya yolda
yanlışlıkla omuz atan birine gücü yettiği için oracıkta pat-küt dövmek.
Alabildiğine sıralanabilir bu gibi şeyler. Bırakın biraz kendinizi, boğmayın
yani. Yaklaşık on yıldır “Canım sıkılıyor” sözünü kullanmadım. Çünkü canımın
sıkılmasını engelleyecek o kadar çok sebep buldum ki. Ortalıkta milyonlarca “pff
canım sıkıyor” sözünü söyleyen var ama bunlardan ancak yüz tanesi can
sıkıntısını gidermenin yollarını arar. Kendini
tanımlamış kişi can sıkıntısının dermanını da bulmuş kişidir.
Müzik gibisi yok, müzik insanı yeterince yatıştırıyor,
tabi bunalım müzikleri dinlenilmediği sürece. Moralini bozmak için ağır
müzikler dinleyenler bilirim. O derece yani. Müzik sarmayınca açar bir kitap
okur insan, olmadı bir defter açar bir şeyler karalar, yazacak bir şey olmasa
bile bir hayvanın resmini çizmeye çalışır vs. vs. bulunur yani. İmkânsız değil. Şu anda biraz
yazmaya ağırlık verdiğim bir dönemde olduğum için ayda beş kitaba kadar düştüm.
Okurum, en boş yazıyı bulsam bile okurum. Ömrüm
boyunca durmadan okusam da akıl çöplüğümün yüzde birini bile dolduramayacağımı
bildiğim için. Ne bulsam atıyorum akıl çöplüğüme. Birikmesinde yarar var.
Hiç değilse kelime hazinem genişler. İlla bir şeyler anlamam gerekmiyor
okuduğumdan, keyifle okuyorum. Bazen hoşuma giden yerleri not alıyorum, odamın duvarları kâğıtlarla dolu. Yani
odamda elim boş dolaşsam da ne tarafa baksam okuyacak bir şeylere rastlıyorum.
İyi geliyor. Keyfini çıkarmayı bilmek gerek hayatın, kendimizi kasmadan, umursayınca
bir anlam ifade etmeyeceğine inandığımız şeyleri umursamayarak yaşamak. Kaç yaşındaysak,
içinde bulunduğumuz yaşa birkaç kaşık yaşam katmak gibi mesela. Onun gibi.
Servet Saygınoğlu – Vakit olmuş 2012 nin Nisan ayı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder