25 Mart 2012 Pazar

Boş mu verelim dünyaya?

Sor sor devamı gelmiyor nedense bu tip cümlelerimizin. Sabah kalkarsın çalar saat ile. Yeryüzündeki düşmana muhtaç olmak dedikleri bu olsa gerek. Çalar saatten nefret ederiz, hem de ona muhtacız. İnsan değerli bir varlıktır, kendi değerini hesaplamaya kalksa ömrü yetmez. Geçici olmayan bir şey bulamıyor, en çıkılmaz denilen girdaplardan çıkıyor, en tırmanılmaz dediği tepelere çıkabiliyor insan. İnsan kendini bir anlasa, bir anlasa… Neler yapabileceğini bir anlasa o zaman dünya ne hale gelir tahmin bile edemezsiniz. 

Ömrü boyunca aklını doldurmaya çalışsa da buna gücü yetmez, o denli geniş ve büyüktür insanın aklı. Kendisinin farkında olmayan, yaptığı rutinleşmiş işinden başka bir şey bilmeyeceğine inanan. Böyle gelmiş, böyle gider klişesiye kendi hayatını kolayca berbat eden, yeri geldiğinde bir filozof kadar düşünceli hareket eden varlıktır insan. “Kendi kıymetini ne zaman mı anlar?” İki şekilde, birincisi hastalıktadır; Hastalık insanın aklını başına getiren en gerekli şeylerden biridir. “Hayat kısa, ölüm her an başucunda, nereye gidiyorsun, dur bi soluklan, bir fincan nane limon iç” diyor bize. Hastalık: Hayat yolunda ilerlerken, bir uzun yol otobüsünün belirli dinlenme tesislerinde durması gibi bir durumdur. Kişinin kendi aklını toparlamasını sağlar. Bu durumdan şikâyet etmeyenimiz yoktur. Aklını başına getirir insanın ama kısa bir süreliğine… Yataktan kalktıktan sonra bir gün geçmeden eski haline döner insan. İkincisi de ölümüne yakın zamanlardır; Çocuksu bir ruh yerleşir bedenine, küser, darılır, en ufak bir şeyde naralar atar, aradan beş dakika geçer yine yüzünün güldüğüne şahit olursunuz. Aklı başına gelir; asıl ne yapacağını bildiği zamandır. Bacakları tutmaz, kollar kalkmaz. 

Yıllar önce çalıştığım bir işyerinin karşı tarafında ihtiyar bir usta vardı. İstanbul gibi bir yerde onlarca evi, arabaları, yazlığı ve dükkanları olmasına rağmen sabah erkenden gelir, dükkanını açar ve çayını bizzat kendisi demlerdi. O zamanlar 18 yaşımdayım. Arada bir on çayında dükkanın kapısının önünde otururduk ve yanımıza gelir sohbet ederdi bizimle. Bana bir şey söylemişti, hala aklımdadır. “Şu andaki aklım ile hiçbir evim, arabalarım, dükkanlarım olmasaydı, sadece senin yaşında olsaydım. İki seneye kalmaz şu andaki sahip olduğum her şeye sahip olurdum.” demişti. 

Bir delikanlı gibi çalışıyor, zekice davranıyor ve elinden hiçbir iş kurtulmuyordu. Geriye baktığımız zaman hayatı anlamış, görmüş insanların nasihatlerini, paylaştıkları fikirleri yaşımız ilerledikten sonra anlıyoruz. İlk anlatıldığında kulağımızın ardına atıyoruz orada kalıyor. Anlamamız gerektiği zaman yolumuza çıkıyor, kendimizi onu duymaya mecbur hissediyoruz. Hüzün biter, alışkanlıklar biter, sevgi bitmez, mutluluğu birçoğu para ile alacağını düşündüğünden mutsuzluklarını parasız olduklarına bağlarlar. Yaşam kısa, öğrenecek çok şey var. Mutlu olmak zor değil. Kendimizi en çok kaybettiğimiz zaman kendimize bir iyilik yapalım, bir çocuğu sevindirdiğimiz anda kafasını ellerimizin arasına alıp o ışıltılı gözlerine bakalım. O zaman fark ederiz nerelerde neleri eksik bıraktığımızı…

Servet Saygınoğlu – Boş mu verelim dünyaya?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder