28 Ağustos 2013 Çarşamba

Kuantum Muantum

Kuantuma kafamı yormaktansa, hamam böceklerinin neden gıdıklanmadığına kafamı yorarım daha iyi. Kuantum olayı o derece boş bir şey yani. "Evrene enerji yolluyorum" diyor. Enerjisi tuvalete gitmeye yetmez, bir de evrene enerji yollar. Asıl mesele nedir biliyor musunuz? Beyni ya olumlu, ya da olumsuz düşüncelere odaklarsınız. Bunun orta yolu yoktur. İyimserlik daima kazandırır. Bir şeyin olmama ihtimalini alternatifler arasına bırakmamak gerek. Eğer böyle bir seçenek olursa azim yarıya düşer. Çünkü beyni ikiye bölmüş olursunuz. Dolayısıyla bir yandan olumlu düşünürken, diğer yandan olmayacak durumda nasıl davranmanız gerektiği, bunu kaybı nasıl üstünüzden atacağınızı planlarsınız. Hal böyleyken olumsuz düşüncelere kayma olasılığı daha fazladır. Sakin olmaktır mesele, elinden geleni yapmaktır. Sonrasında olmazsa bile, insanın gözü arkada kalmaz. Yeterince çaba sarf etmiş bir insan için kayıplar çok da can acıtmaz. Çünkü elden gelen yapılmıştır.


Servet Saygınoğlu – Kuantum Muantum

27 Ağustos 2013 Salı

Değişiklik Olsun

Yalnızlıksın işte, bu için seviyorum seni... Ben hep iyi bildim, iyi şeyler düşündüm senin için, senin ne düşündüğünü merak etmeden... İyi bakar iyi görürüm seni, kötü olsan da gördüğüm gibi yapmaya çalışırım, sen halinden memnun olsan da... İsim koymak belirli kuralları gerektiriyor, o kuralları da zaten insanlar koymuş ya. Bizim kuralımız da kuralsız ve isimsiz olsun. Sevgililer şöyle yapar, yeni tanışanlar böyle yapar, aşıklar böyle yapar, evliler böyle yapar değil. Biz ne istersek, onu yapalım. Benim kuralımdır kuralsızlık... Sende böyle olsan, fena olmaz hani... Değişik şeyler de yapabiliriz, ateşi alttan değil, üstten verelim çaya. Ne bileyim, üstten ısıtmalı bir demliğimiz olsun, hayatı iyi şeyler getirdiği yok, sıralı olarak bekliyoruz bowlingteki gibi. Hayat gül atmıyor, top atıp deviriyor bizi... Yan yanaydık ama kavuşmamız mümkün değildi, devrilip düştük ikimiz de, karşılaştık karanlıkta, orada kavuştuk, yeniden yan yana gelinceye dek. İyi bir hayat oyunu, yine devrileceğiz, sana çarparsam kusuruma bakma, ama sen çarp bana, acını da hissedesim var.

Servet Saygınoğlu – Değişiklik Olsun

25 Ağustos 2013 Pazar

İDDAA

İdda diye bir oyun var. Maçları biliyorsun ve kazanıyorsun. Zahmet yok, emek yok. 'Kolay para' diye kafasını inanılmaz derecede bu işle bozanlar var. Tutturamayınca o bozuk morali birkaç gün üzerinden atamayanlar, etrafındaki insanların canını sıkanlar vs... Gözlerinde o kadar büyütürler ki memleket meselesini sollamış durumdalar. 'Kazandığın para helal midir?' diye soruyorsun, kimi 'evet' diyor. 'Nasıl?' diye sorunca da 'Kafamı bu işe veriyorum, düşünüyorum, hesaplıyorum, tahmin ediyorum ve buluyorum.' diyor. Vay be, ne kafaymış (!) Bununla ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum.

Vakt-i zamanında bende 2 yıl kadar bu oyunu oynadım. Çok da güzel paralar kazanıyordum, (
şükür aklımı hangi işe versem, başarım kaçınılmaz oluyor. J ) Fakat eve gelene kadar paranın nereye gittiğini bilene aşk olsun. Helal olmayan para yaz güneşine bırakılan bir kalıp buz gibi, eriyip yok oluyor. Eriyip yok olmasından geçtim. Helal paranın içerisine karışınca, helal parayı daha haram ediyor. Hani bir kova suyun içerisine bir damla idrar düşünce hepsi haram olur ya, onun gibi… Oynadığım süre boyunca ne işim rast gitti, ne de cebimde doğru düzgün param olurdu. “Helal olmayan para, naftalin gibidir. Katı halden, gaz haline dönüşür. Bir bakarsın vardır, bir bakarsın yoktur ve nerede, ne zaman harcadığını bilmezsin. Uçar.”  ‘Bu böyle yürümez’ dedim ve oynamayı bıraktım, ardından askere gittim. Askerden sağ salim döndükten sonra bir gün idda bayiinin önünden geçiyordum. ‘Bir kereden bir şey olmaz’ diyerekten girdim içeri, 4 maç işaretledim, 2 lira ödedim. Kâğıdı cebime bıraktım, kazanıp kazanmamak hiç gelmedi aklıma. Ertesi gün yine o idda bayiinin önünden geçerken sonucunu merak ederek içeri girdim ve cebimdeki kağıdı kasadaki adama verdim. Baktı, ‘idda tutmuş dedi ve 31 lira 50 kuruş para verdi bana. Tebessüm ederek çıkıp eve geldim. Eve su almayı unuttuğumu fark ettim, marketten suyu aldım ve eve döndüm. Ne olsun istersin? İşte cevap: “Anahtarı evde unutmuşum.”
Çilingir ça
ğırdım, kapıyı açma bedeli olarak 30 lira çilingire ödedim.

İçinde bulunduğum durumdan ders almamak mümkün değildi. O gün bugündür ne idda, ne de herhangi bir şans oyunu ile alakam yoktur. Şans olayı bana göre değildi, hatta kimseye göre değil. Emeğine, alınterine saygı duyan insan, ‘kolay para’ peşine düşmez.

Servet SAYGINO
ĞLU – İDDAA 

22 Ağustos 2013 Perşembe

Niye!

Ne kadar da basit değil mi? Şimdi ölüyorsun, bir saat içinde yıkıyorlar, namazını kılıyorlar, sonra yarım saatte de gömüp geliyorlar. Ardında herkes kendi işinin ekmeğinin peşine gidiyor. İşte biz bu kadarız... Yapacağın bir şey varken yapmamak niyedir? Söylemen gereken bir şeyin yeri ve zamanıysa susmak niyedir? Seveceğin biri varken, onu sevmeye karşı koymak niyedir? Niyedir? Niye sen, niye biz, niye kim?

Servet SAYGINOĞLU – Niye!

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Hay Hay

Doğar doğmaz ebesini gören bir canlının, üstesinden gelemeyeceği hiçbir iş yoktur. Yeter ki istesin. Kaybetmek, umutsuz olmak, hastalanmak, batmak, çıkmak, savrulmak, aşık olmak, terk edilmek, darbe almak, acı çekmek, feleğe çomak sokmak, kumandanın ya da telefonun üzerine oturmak... -bazıları kedinin üzerine bile oturuyor.- Bunların hiçbirine yabancı değiliz. Bahsettiğim şeylerden herhangi biri bugün gelmezse yarın gelecek, ya da ertesi gün. Belki de şimdi... Kaçış yok. Bize vız gelir. Açalım daima kollarımızı, kapanmanın hiçbir anlamı olmamıştır. Paslanmaya lüzum yok. Hayat, neye layıksak onu getiriyor. Kötü bir şey getirdiğinde üzülüyoruz, ağlayıp zırlıyoruz ama o da geçiyor. Unutmasak bile bir süre sonra ağlayacak kadar önemli olmadığını anlıyoruz. Nazan Öncel, o sözü hepimizin gelmişine geçmişine yazdı. Ne demişti? "Hay hay, buyursun gelsin." Aç kollarını, gözlerini, ufkunu, gönlünü… Geleceği olan zaten izin istemez. Sende iyi olacağını bildiği için gelir. Sen kötü olarak bilsen de…

Servet SAYGINOĞLU - Hay Hay

20 Ağustos 2013 Salı

Giden, Alır, Gider

Ve öyle bir zaman gelir ki; onun için harcadığın her saniye, her kuruş için binlerce 'eyvah' çekersin. O bunu duymaz ve sen kaybettiğin saatler, onun için vazgeçtiğin insanlar, onun senin üzerinde beğenmediği kıyafetler, onun sevmediği yemekleri sofrana getirmemenle kalırsın. Yiten yitmiştir, seninle beraber birçok şeyini de alıp gitmiştir. Annesini kaybeden iki yaşındaki çocuk gibi kalırsın kalabalık caddede... Yanından geçenler acır sana, ama uzatmazlar ellerini...

Servet Saygınoğlu – Giden, Alır, Gider

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Kuru Ego

Ortaya bir şey anlattığın zaman "kim nasıl anlarsa anlasın" düşüncesiyle anlatabilirsin ama eğer bunu tek bir kişiye anlatıyorsan, öncesinde onun nasıl anlayacağını da hesaba katmalısın. Eğer bunu düşünmüyorsan, dostun da olmaz. Selam verenin de... Hal böyleyken kendinden de rahatsız olmaya başlarsın. Çünkü tekliğin beraberinde başka teklikler olmadığı sürece her an hiçlik olmaya hazırdır. Böyle canlılar yeryüzündeki hiçbir yerde rahat etmezler. Kendi kendilerini gömmeleri en doğru şeydir.

Servet SAYGINOĞLU – Kuru Ego

18 Ağustos 2013 Pazar

Can Sıkıntısı :)

Evlilikten önce kadın, sevgilisine: 'Canım sıkılıyor ya...' deyince sevgilisi etrafında pervane oluverir. "Nereye gidelim aşkım, senin için ne yapabilirim aşkım, canın bir şey çekiyor mu aşkım........ vs. Evlilikten sonra ise: 'canım sıkılıyor yaa...' diyen kadının alacağı cevaplardan birkaçı;

* Zaten canın neye sıkılmıyor ki?
* Valla hiç senle uğraşacak halim yok, benim uykum var.
* İyi tamam. Sıkılınca çekilmez oluyorsun zaten. Ben biraz kahveye takılayım.
* Git komşuya o zaman...
* Ya yürü git başımdan, benim de canımı sıkma.
* Siz kadınlar alışveriş yapmadığınız her an hep sıkılırsınız zaten.
* Sıkı can, kolay çıkmazmış hanım. Hele bir çay demle, geçer.

Servet SAYGINOĞLU – Can Sıkıntısı

16 Ağustos 2013 Cuma

17 Ağustos 1999

14 yıl önce bu saatler… Hiç kimsenin haberi yoktu, birçoğu sabah kalkıp işe gidecekti, bazıları yeni üniversite kazanmanın heyecanını yaşıyordu, kimileri hastalığı için doktora gidecekti, kimi sevgilisinden ayrılacaktı, bazıları yıllarca yalnız kalmanın bedelini güzel bir evlilikle taçlandıracaktı…

Soldu umutlar, her yer çöktü. Ağlayanlar, sızlayanlar, yaralananlar ve tamamen sesini kesmiş olanlar... "Sesimi duyan var mı" söyleniyordu en çok, evi yıkılınca dünyası da yıkılıyordu insanın. Bir de sevdiklerini, en yakınlarını gözü önünde yitirince aklın da yitmemesi mümkün değildi. Rabbim kimseye böyle bir acının tekrarını yaşatmasın. Bu acıyı yaşayan cümle insanlara yardım etsin, sabır versin. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve selamet diliyorum…

Servet SAYGINOĞLU – 17 Ağustos 1999

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Günün Notları

Trip, sevildiğine inanmayanlar çiğlerin işidir. Akıllılar, sevildiğine inanmadıkları birinin yanında durmazlar zaten. 30 yaş üstü birinin tribine rastlamadım mesela… Öyleleri varsa da sadece yaşları büyümüştür, kafaları değil.
*
Yoğun fedakarlık yapmanın bedelini "Derin aşk" yerine "terk edilmek" olarak ödeyenlerin yolu, sevildiğine emin oldukları kişilere çıkar. Sevmeseler bile, sevildiklerini bilmekle yetinirler. Fakat geçmişteki gözyaşı izleri yanaklarından asla silinmez.

Servet SAYGINOĞLU

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Kendi Halim

Gündüz roket, gece enkaz oluyorum. Yılların yorgunluğu biniyor omzuma. Evin kapısından girer girmez. Öyle bir bitkinlik geliyor ki deprem olsa evden çıkmam yani. Soluklanıyorum, duvarları seviyorum. Dokunuyorum onlara, iyiyim böyle ben. Ne bileyim, dışarı çıkıp da kendimi huzursuz edecek şeyler göreceğime, odamdaki duvar kağıtlarını incelerim, aynı anda beş kitap okurum, onu bırakır öteki kitabı alırım. Oturduğum her yerde bir not defteri ve kalem var nasılsa... Yazacak bir şeyler mutlaka geliyor aklıma. Olmazsa kalkıp tahtaya yazıyorum, siliyorum, bi daha yazıyorum. Bir zamanlar ev yolu bilmezdim, kapıdan girmek zindana girer gibi olurdu, şimdi ise dışarı zindan, dışarı kafes... Ben odamda özgürlüğün kollarındayım. Bilmiyorum bundan sonra ne olur, iyi şeyler olacaktır elbet. Dışarı seveceğim elbet bir gün, evdeki huzurdan fazlasını bulduğumda... Umut mu? Zırnık kadar umut yok. Ben günümü yaşamayı severim, pencereden sokağı seyretmeyi... Umutlar endişe doludur. Endişelenmeye takatim yok. Böyle iyiyim.

Servet SAYGINOĞLU – Kendi Halim

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Zamana Bırakılan

Zamana bırakıp da iyi şeyler olacağını düşündüğün şeyler: tarlada biten ot ve kanayan yaraların iyileşmesidir. İnsan, topraklığını yitirmiştir. Toprağa dönene kadar zamanla iyileşeceğini düşündüğü ne varsa daha beter olur. Varsa yapacak bir şeyi, kalkıp yapmalı. Yoksa aynı istek bir daha gelmiyor. Umut, sakız gibidir. Yarından daha öte günlere uzattığın umut, sakız gibi incelir. Gün geçtikçe sakız eskir ve sonuna gelmeden eline yapışır. Bir süre eline yapışan sakızı söküp atmakla uğraşırsın, bu uğraş sayesinde birçok gün yaşanmadan yitip gitmiş olur.

Servet SAYGINOĞLU - Zamana Bırakılan

2 Ağustos 2013 Cuma

Oruçlu Canlı ve Oruçlu İnsan

Günaydınlar,
- Günaydın abi,
- Ne oldu Mehmet, neyin var?
- Yok bir bir şey abi… İyiyim.
- İyi değilsin Mehmet, gördüğüm surattan iyi olmadığın belli oluyor.
- Abi oruçluyuz yani, normaldir. Aç, sigarasız olunca sinir stres oluyor?
- Nasıl yani? Oruç tutunca sinir ve stres sarıyor seni öyle mi ?

- Neyse ben çalışma masama geçeyim.
- Tamam Mehmet, kolay gelsin.
-Eyvallah abi.

On bir ayın sultanı Ramazan…
Dualarla beklenir bu güzel ay, oruç tutulur, teravih namazı kılınır, hatimler okunur… Geçmişte kalan onbir aylık huzursuzluk ve yorgunluğu bu ayda atarsın üzerinden. Çünkü ramazan huzurdur, hayırdır, berekettir.

Bu oruçlu olmayı kötü şekilde kullananların haddi hesabı yok. Suratları birer karış olan bu (insan demeyim) canlılar, tuttukları bu mübarek orucu ev ve iş hayatlarına olumsuz bir şekilde lanse ediyorlar.

Şöyle bir mantık var:

Normal aylarda başı secde görmeyen bu canlı (yine insan demeyeceğim) ramazan ayında kafasını secdeye adeta dayıyor. ‘Dua etmek için mi, inanmıyorum...’ ‘Neye dayanarak inanmasın, bunu sorgulamak senin işin mi?’ diye sorarsan, “Evet” aynı ortamda bulunduğum kişiler olunca sorgulamak benim işim olur haliyle.

Sabah 10’daki çay paydosunda, 15 dakika laklak yaparlar. (buna laf yok, dinlenmek herkesin hakkı)
Öğlen yemek paydosu olan bir saatte bir köşeye çekilip uyurlar. (bu da haktır, paydosunu ister yemek yiyerek geçir, ister uyuyarak.)
Paydos biter bitmez işlerinin başına geçerler, aradan birkaç dakika geçer, bakarsın ki oruçlu tayfasının hiçbiri işinin başında değil. “Ne oldu bu adamlara?” diye bakmak gelir içinden. Görürsün ki abdest alıyorlardır.  Abdest ve öğlen namazını, 40 dakikaya bitiremiyorlar. Yeniden iş kıyafeti giyme olayı derken bir saati buluyor. İmam bile 20 rekatlık teravihi (yatsı hariç) ortalama 35 dakikada filan kıldırıyor.

İlk bir saati işten çaldık mı? Evet.

Öğlen sonrası 3’te çay paydosu var. Oruçlu arkadaşlarımız yine köşelerine çekilir, laklak yapmaya devam… (Bu da haktır.)

Çay paydosundan bir saat kadar sonra ikindi ezanı okunur, oruçlu tayfası aniden kaybolur, yine abdest ve namaz faslıdır. Bir saat de oradan yenir. Olur sana iki saat…

Kısaca bir konuya değinmek istiyorum. Şu anda iki saat işinden “çalıp” abdest alıp namaz kıldın.  Bu duruma işveren ne kadar müsaade ediyor, burası merak konusu… Çünkü adam “benim işyerimde namaz kılmayın” derse de dinsiz imansız şeklinde yaftalanır.

Bu detaylı olarak bahsettiğim saatlerden ziyade benim şöyle bir sıkıntım var. Oruçlu insanın yüzüne nur gelir. Çünkü oruç tutmak sadece akşama kadar aç kalmak anlamına gelmiyor. Nefis terbiyesi içindir.

Ağzın oruçken;
Kulağın da oruç tutmalı, kötü sözler söylenen yerde durmamalısın.
Dilin de oruç tutmalı; küfür, ya da gıybet etmemelisin.
Ayakların da oruç tutmalı; kötü yerlere gitmemelisin.
Ellerin de oruç tutmalı, harama el uzatmamalısın.
Gözlerin de oruç tutmalı, harama bakmamalısın.

Tabi ben kısaca bahsediyorum…

Benim sorunum oruç tutan insanla değil, oruç tutan canlıyla…

Oruç tutan canlı şu şekilde oluyor;
Sabaha suratı bir karıştır, kimsenin yüzüne bakmaz.
En ufak bir şeyde parlar, ana avrat düz gider.
Zırt bırt ‘akşam olsa da eve gitsek’ der.
Normalde bir günde yaptığı işi bir haftaya bitirmez.
Halsiz ve yorgun numarası yapar.
Fırsat buldukça kendi gibi canlılarla bir araya gelip oruç tutmayanları “kafir”, “cehennemlik” olarak niteler.

Benim sorunum bu tür canlılarladır.

Ezcümle:

*Oruç tutuyorsan, bu durum senin işini hiçbir şekilde engellememeli. Çalıştığın saatten kaytardığında maaşının içerisine haram para karıştırmış olursun.  Bu durumda hangi yüz Allah’a el açıp dua edebilir ki? Bundan daha büyük pişkinlik yoktur.
*Oruç tutuyorsan, suratın bir karış olmayacak. Aksine, çalışıyor olduğun halde oruç tuttuğun için sevabının bol olduğunu düşünerek güleç olmalısın. “Canım sigara çekiyor”, “offf  şu oruç da bitse bari” laflarını kullanmayacaksın.
*Oruç tutuyorsan, tutmayanı “kafir”, “cehennemlik” olarak nitelendiremezsin. Buna hiçbir şekilde hakkın yok. Ancak sen oruçluyken, oruç tutmayan kişi özellikle gelip senin yanında sigara yakıyorsa, ya da gözlerinin içine bakarak bir şeyler yiyorsa da bu onun edepsizliğidir.

Tüm oruç tutanlar için değil, hakkıyla tutanlar için benim de bir duam var:

“Ya Rabbim… Farz ibadet olduğunu düşünerek, insan gibi (kulağı, dili, eli, ayağı ve gözü ile) oruç tutanların ibadetlerini kabul ve makbul eyle. Amin.”

Servet Saygınoğlu – Oruçlu Canlı ve Oruçlu İnsan

1 Ağustos 2013 Perşembe

Yaşama Hakkı

Bazen kalabalık bir caddede yürürken etraftaki gürültüyü duymadığını fark edersin. O anda anlarsın ki kafa kalabalığının susturmadığı hiçbir gürültü yoktur. Sağa sola bakarsın ama duyduğun sesler kafandaki seslerdir. O sesleri bir ritme dönüştürmelisin. Bir orkestra gibi olmalı. Seni senden alan gürültü değil... Bozuk çalanı derhal ayırmalısın. Kim olduğu önemli değil... Kafan, yaşamının hazinesidir. İçinde hazineye layık olanları sakla... Eğer dünyaya geldiysen, yaşama hakkı verilmiştir sana. Elinden alınmasına izin verme.

Servet SAYGINOĞLU - Yaşama Hakkı