25 Aralık 2013 Çarşamba

Adnan Şenses

Rahmetlinin en sevdiğim şarkısıydı... Rakı masasında olmazsa olmazlardandı. Dediği gibi ayrılık her iki tarafı da yıkıyordu. İçli sesi geliyor kulağıma, kaldırıyorum kadehimi, sıkı bir yudum alıyorum ve onunla beraber diyorum ki "Kopardılar bizi, birbirimizden. Bir veda edip de sarılamadık. Ayrılık hem seni, hem beni yıktı. Birtanem seninle kavuşamadık."

Servet SAYGINOĞLU - Toprağın bol olsun Adnan Şenses


İzi kalır...


11 Aralık 2013 Çarşamba

Hayat Bana Güzel

Yaşamaya geldim bu dünyaya.
Soğuğunda üşüyeceğim, sıcağında ısınacağım, işinde çalışacağım, caddelerinde yürüyeceğim, sevişeceğim, acısını çekeceğim, yağmurunda şemsiye taşımayacağım, (şemsiye taşımayı sevmem, varsın zatürre olayım, ıslanmak güzeldir, yağmurun üzerime yağması ruhumun yıkandığını hissettirir.) sigarasını da içkisini de içeceğim, merdivenlerini çıkacağım, yükseklerinden aşağı tüküreceğim, ırmağında taş yüzdüreceğim, çocuklarını sevindireceğim, büyüklerine saygı küçüklerine sevgi sunacağım, hiçbir başarıyı karalamayıp tebrik edeceğim, yalan söylemeyeceğim varsın canımı alsınlar, Mevlana'nın dediği gibi tüm bunları yaparken de haddimi bileceğim.

Evet, her şeyden önemlisi de şu: hiçbirini abartmayacağım. Misyonum bu ve hayatımdan memnunum. Bir memlekete yetecek kadar aklım var ve bunu yerine göre kullanıyorum. Kendimle ilgili üstesinden gelemediğim hiçbir sorunum yok, üstelik birçok insanın derdine derman olmaya da çalışıyorum. “Yaşamak isteyip de yaşayamadıkların birikmeye başladığında, yaşlanmaktan da korkmaya başlarsın.” diye bir söz yazmıştım. Yaşlılık korkum yok şükür. Hayatımın dizginlerini kendi elimde tuttuğum zamandan beri kendi aklımın ve fikrimin doğrularını yaşıyorum. Hayat bana ve ben gibilere güzel...

Servet SAYGINOĞLU – Hayat Bana Güzel

"SÖZÜM OLSUN" kitabından...


9 Aralık 2013 Pazartesi

Bekleyen’iz

"Adaletin bir ayağı topaldır. Geç gider ama yerine mutlaka varır." demiş atalarımızdan biri... Hiçbir "özür dilerim", hiçbir "kusura bakma" ve hiçbir "pardon" kaybedilen zamanı, yaşanmamış günleri, sevilenlerden ayrı kalınan anları geri getirmedi, getiremez, getirmiyor, getirmeyecek, getiremeyecek... Mustafa Balbay'ın tahliyesi akşamıma güneş açtı. O mahpus damından çıkarken eşine ve çocuklarına sarılma anını düşlüyorum. Gözlerim doluyor...

Hepimiz bekliyoruz bir şeyleri... Kimi sevdiğini, kimi sevenini, kimi durakta otobüsü, kimi fırından çıkacak ekmeği, kimi pişecek olan yemeği, kimi doğacak olan bebeği... Hepimiz bekleyen'iz.

Servet SAYGINOĞLU – Bekleyen’iz

22 Kasım 2013 Cuma

Ev Kadını

Teessüf ederim beyler... Ev kadını deyip geçmeyin. Bir yandan yemek, bir yandan facebook'ta paylaşım, bir yandan örgü, bir yandan çocuk, bir yandan dizi takip eden, bir yandan komşuyla haberleşen, bir yandan ütü yapan ve bunların hepsini yapmanın yanı sıra temizlik yapan kişiye denir ev kadını... Bu yüzden ev kadını demeden önce bi Bismillah çekin derim. O, ahtapotun bile kıskandığıdır...

Servet SAYGINOĞLU – Ev Kadını

18 Kasım 2013 Pazartesi

VAR YOK

İlk başlarda "Tanrı onu yaratırken benim fikrimi de almış gibi" derler. Ayrılınca da, "Tanrı onu yaratırken, ne istediysem tersini yapmış gibi" derler. İyi yorumcuyuz belli ki, her gördüğümüz tencereye göre kapak uydurma çabalarımız var. Kendimiz hariç her minareye göre kılıfımız var, yoksa bile bir kumaşçı bulur birkaç metre kumaş-iğne-iplik derken dikip uyduruşumuz var, her şeyimiz var ama aynı zamanda hiçbir şeyimiz yok, aynaya bakınca üzerimiz çırılçıplak kalıyor, bir gardırop dolusu elbisemiz var ama giyecek hiçbir şeyimiz yok. Giyecek onlarca çift ayakkabımız var ama en fazla üç tanesini değişkenli olarak giyeriz. Biz ne saçma şeyleriz...

Servet SAYGINOĞLU - VAR YOK

16 Kasım 2013 Cumartesi

KOŞUN!!!

Ne güzel şeysin öyle, hep yaşın 19, gel yanıma sar beni, bugün var yarın yokuz... diyor MFÖ şarkısında. Yan yana gelebilecekken, sarılıp koklaşacak, beraber vakit geçirecekken ertelemenin manası yok. Kırın içinde olduğunuz kafesin korkuluklarını, varsın kanasın elleriniz, varsın yansın dizleriniz, varsın çizikler olsun yüzünüzde... Yapın elinizden, dilinizden, ayağınızdan geleni... Sevdiğinize, seveninize ya da yanında kendinizi iyi hissettiğinize koşun. Vakit, boşa harcanacak bir şey değildir.

Servet SAYGINOĞLU  - Koşun!!!

9 Kasım 2013 Cumartesi

Heye'canım

Yaşım kadar değil, yaşadığım kadarım. Yaşım ufacık kalıyor yaşadıklarımın yanında. Hayatımda anlam verdiğim şeylerin en başında geldin sen. Kalp çarpıntısı sadece uzun mesafe koşma sonucunda değil, yüzünü gördüğümde de oluyormuş. Bunu fark ettirdin bana, üstüne bir de dizlerimin titrediğini... Heyecan denilen şey, sadece çocuk yaşlarımda vardı, o da sınıfta ders anlatmak için tahtaya çıktığımda olurdu. Çalışkan öğrenciydim. Kısa bir süre sonra ona da alıştım. Çıkıp bütün dersi anlatırdım. Heyecan evini yükleyip gitmişti anlayacağın...

Sen aynısın hala. Hala titriyor dizlerim yanında otururken, hala dilim sürüşüyor konuşunca. Evet, sana alışmak istemiyorum. Eğer alışırsam, kalbimin çarpacağı hiçbir şeyim kalmaz. Sen elimi göğsüme koyduğumda duyduğum ses kadar yakın, aynı zamanda elimin yetişemeyeceği kadar uzaktaki kıymetlim kal…

Servet SAYGINOĞLU – Heye’canım

30 Ekim 2013 Çarşamba

Akıl niğmettir.

Yine barikat, yine kutlama engelleri. Allah Muhammet aşkına, bırakın yapılsın kutlama!!! Engeller, barikatlar cumhuriyeti silemez! Bir bayram varsa, o bayram kutlanır. İsteyen kabul eder, istemeyen etmez. HOŞGÖRÜ diye bir şey var. Cumhuriyetine, dinine, görüşüne sahip çıkana saygı duyacaksın. Karşımdaki insan benim dinimden değilse, düşmanım değildir! Bunu kullanılmamaktan küflenmiş beyinler anlasın! Aydın bir beyne, her şeyi kabullendirilir ama faşizm asla. Aydın beynin dünyasında saygı duymak vardır, hoşgörü vardır, edep vardır, insan ayırmamak vardır. Her şeyden önce empati vardır. Bilin, anlatın, öğretin. Daha güzel bir yaşam istiyorsanız bunu empoze edin. Aydını engeller yıldırmaz. Bileğini kullanmadan önce aklı ile çözer, sonra engeli aşar. Bu yüzden akıllı, aklıyla binlercesini yürütür, ancak akılsız ayaklarının ne işe yaradığını bilmez. 

Servet SAYGINOĞLU – Akıl Niğmettir

27 Ekim 2013 Pazar

SÖZÜM OLSUN / İMZA GÜNÜ


""SÖZÜM OLSUN"" 1 Kasım'da çıkıyor...
Ajandalara not alalım:
İlk imza günü 10 KASIM'da.

Yer: İSTANBUL TÜYAP FUARI
Saat: 14:00'de.Salon: 10
Stand no: 204/B de.
Gelme imkanı olan herkesi bekliyor olacağım.

17 Ekim 2013 Perşembe

Ah Şarkılar

Bazı şarkılar "al başını git" der. "Yol iz bilmeden, küçük bir çantaya koy her şeyini, nerede duracağını kendine bile sormadan, bilet almadan, ayaklarını yerden kesmeden git" der. Öyle açar ki ufukları, bulutsuzdur,  sislenip buzlanmaz yollar. Gitmeni ister. Her şey fazla gelmiştir sana, oturduğun koltuktan, giydiğin en güzel kıyafetten bile soğutmuş olduğunu hissettiğini fark edersin. Seni yalnız yakalamıştır, sarmıştır çünkü. Senin o şarkıdan başka kaçar yolun yok, bunu düşündürmüştür sana. Bu dediklerimin hepsini yaparsın, alır başını gidersin, yalınayak... Kah ağlar, kah gülersin yol boyunca. Binalar, evler, okullar ve sayısız araç görürsün, nehirler geçersin ve aniden bir hendek çıkar karşına, kontrolsüzce düşersin içerisine, gözünü açtığında bakarsın ki yatağındasın... Gittin mi? Evet gittin. Oysa bedenin hiç kıpırdamadı yerinden. Ama sen gittin. Gitmenin ferahlığını, neşesini, kederini yaşayıp da geldin. E hoş geldin o zaman...

Servet SAYGINOĞLU – Ah Şarkılar

10 Ekim 2013 Perşembe

Yaramız Amin

"Yaralarına merhem arayan DUA sürsün..." diyor. Ama eli kesildiği anda soluğu hastanede alacak, adım gibi eminim. Oturup dua etsin. Tabi canım duası ona merhem de olur, hatta gaibden bir el olur dikiş de atar değil mi? Hadi canım sende amma abarttın. Bir de şöyle söyleyeyim: “Mübalağa ediyorsunuz majesteleri.” Oğlum bak git! Neyse şimdi bunu söylediğim için bana ateist diyenler çıkabilir. Hiç alakası yok, ateist filan değilim. Bu arada sözün kime ait olduğunu merak ettim. İbrahim Tenekeci’den Kebabettin Turşucu’ya kadar altına yazılmadık isim kalmamış. Bu edebiyat kirliliğini yapanlarda benim güzel ülkemin kültür yobazları işte. Her kim söylediyse söylemeden önce biraz düşünerek cümlenin başına “gönül” kelimesini koysaydı ucu açık cümle olmamış olacaktı. Bende nefes israfı yapmamış olurdum. Evet dua, elinden geleni yaptıktan sonra edilir.

Servet SAYGINOĞLU – Yaramız Amin

1 Ekim 2013 Salı

Arda Turan

Son zamanlarda çocuklara verilen isimlere baktığım zaman en çok duyduğum isim “Arda”dır. Memleketin her zamanki geleneği devam ediyor yani. Vakti zamanında beşiktaştaki Tanju Çolak sayesinde“Tanju” isminin popüler olması gibi… “Arda” güzel isim ama isim güzel olduğu için değil, asıl sebep babaların (ailelerin) kendi hayalinde bir “Arda” olmak isteyip de olamadığı ve bu hayallerini kendi çocukları üzerinde gerçekleştirmeleri sebebidir.

Çocuğa “Arda” ismini vermekle “Arda” olunmuyor.

Bilmeyenler için not düşeyim:
Arda Turan, Galatasaray alt yapısında yetişmiş, milli takım ve Galatasarayda çok muhteşem başarıları olan ve şu anda İspanya’nın Atletiko Madrid takımında forma giyen bir milli futbolcumuzdur.

“Bu ismi neden veriyorsunuz” demiyorum, “bu ismi verirken bu isimle alakadar şeyler de verin” diyorum. Başarıyı, başarma azmini, gücü, sabrı, sebatı… Bir işe başladığında, onu sonuna kadar sürdürmeyi. Bir oyun varsa, o oyunda kuralcı olmayı, bir işin üstesinden gelirken kısa yolu değil, doğru olan yol ile nihayete ulaşmayı…

Bizler kötü insanlar değiliz, fakat kafasını kaldırıp etrafa bakan insanlar da değiliz. Doğu ve batı arasında çelişen kişiliklerimizin bozgununa uğratılıyoruz. Genelde ebeveynlerimizin sayesindedir. Başarabilecek insana yol vermemek için elimizden geleni yapıyoruz.

Babanızın size yaptığını, siz çocuklarınıza yapmayın.

Mesele çocuğun isim olarak “Arda” değil, “Arda” gibi başarılı olması için bulduğu yollarda onun ardında olup, “ne yaparsan yap, arkandayız, varız” diyerek onu desteklemektir.

Servet Saygınoğlu – Arda

30 Eylül 2013 Pazartesi

Keşke Pizza Paketi Olsaydı

Demokratikleşme paketi. Eğer o pakette demokratiklik ile alakalı bir şey varsa tükürün bana. 
*
Ülküm: yükselmek ve ileri gitmektir. Yobaz ve bağnaz olmak değil.  Ülküm her dine, dile ırka saygı duymaktır. Müslüman olmayanı ayırmak, ona cehennemlik gözüyle bakıp kınamak, düşman olmak değil! 
*
 Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir, özümü de yurdumu da paranın ucunu gösterene satmak değil.
*
Bu ülkede herkes türk değil ama türk başlığı altında toplanır. Kürt olan kürt asıllı türktür, laz olan da laz asıllı türktür, çerkez olan çerkez asıllı türktür. Bu böyledir.
*
 "Türküm" demek kimsenin zoruna gitmemeli, gururla söylenmelidir. Çanakkale zaferinde her dinden, her dilden insan o bayrak için savaştı, TC için.  Hürriyet için savaştılar, kimsenin emri altında olmamak için savaştılar. 
*
Japonlar, 2. dünya savaşından sonra kendi kendine yeten tek ülkedir ve okuma olarak dünya zirvesindedir.  Kültür ve bilgi olarak dünya zirvesinde olan bir ülke Atatürk'ü ders kitabında okutuyor, ama bizim ülkemizde kitaplardan kaldırılıyor. Niye mi? Çünkü Atatürk, toplumun bilgili ve kültürlü olmasını istiyordu. Akıl adamıydı. Elinden geleni yaptıktan sonra Allah’a havale ederdi. Oturduğu yerde Allahtan isteyenlerden değildi. Bilgisiz, kültürsüz insanlar çok kolay yönetilirler. Koyun benzetmesi oradan gelir. Koyun çobanı, sürünün arkasında değil, önünden gider. Sırtında çanta misali ot asılıdır. Bir tane koyun takip etmeye başlayınca, ötekiler de peşi sıra giderler. Nereye olduğunu bilmeden, sorgulamadan…
*
Demokraside dayatma diye bir şey yoktur, herkes kendi dinini kendi istediği şekilde yaşamalıdır.  Kara çarşaf olayına gelince, burada kişisel fikrimi açıklamak istiyorum: Ben çarşaflıdan korkarım, çünkü altından ne çıkacağı belli değil. Bir bakarsın dindar, bir bakarsın elinde bıçaklı adam, bir bakarsın dansöz, bir bakarsın düşman. Her şey olabilir. Velhasıl, gidişat günden güne kötüye doğru... Okullarda başörtüsünün de olmasını istemiyorum. Eşitlik olmalı. Kıyafet serbestliği de çok yanlış bir durumdur. Fakir olan utana sıkıla gider okula, zengin olan parasının havasını atar. Yok öyle bir dünya.

Servet SAYGINOĞLU – Keşke Pizza Paketi Olsaydı

23 Eylül 2013 Pazartesi

Kendim Ettim

Hayattan aldığım keyiflere bir yenisini ekledim: yıllardır arayıp tek kelime etmeyen bir insanın, işi düştüğü için aradığında onu reddetmek. İşte bu durum, herkes için tadı çıkarılası hale gelmelidir. Özellikle ve özellikle karşı tarafı memnun etmek için kendimiz sıkıntıya düşeceksek iki kere reddedilmelidir. Niye mi? İçinde bulunduğun durumda karşıdakini kırmazsan kendin kırılacaksın. Çoğumuz çok kırılmış, çok üzülmüş, çok kazık yemişizdir. İşte bu şekilde kırıla kırıla, kazık yiye yiye, üzüle üzüle 'önce can, sonra canan' demeyi öğrenmeli insan.

Nedir? Bir başkasının canı yanmasın, kalbi kırılmasın diye kendi canımızı ve kalbimizi ortaya atmanın bedelini kendisi için fedakârlık yaptığımız insanlar arkalarını dönüp gittiklerinde ödemeye başlarız. Akıl gelir başa, "yaptığını beğendin mi?' diye sorar? Biz de susar kalırız. Hüner Çoşkuner'den "kendim ettim, kendim buldum" parçası biz susanlara gelsin o zaman...

Servet SAYGINOĞLU - Kendim Ettim

9 Eylül 2013 Pazartesi

Hikayedir, unuttum demeler

Unuttum demeler baştan sonra hikaye... Kim, neyi unutabilmiş ki? O'ndan ayrıldıktan sonra istersen onlarca kişi ile sevgili ol, hatta aradan yılları geçsin ve evlenip çoluk çocuğa karış... Başkasının elini tuttuğunu gördüğünde şuranda bir şey düğümlenecek. Söylenen bütün sözler unutulur, bütün mektuplar yakılır ama ama ama hissedilen hiçbir şey unutulmaz. Giden eli boş gitmez, alır gider. Bir şeyler bırakmaz mı dersin? Bırakır. 'Hiçbir şey bırakmadı' desen de mutlaka bir şarkı bırakmıştır ve ne yaparsan yap, o şarkıya rastlayacaksın. Bu kez gözyaşlarını içine akıtacak ve tebessüm maskeni takacaksın.

Servet Saygınoğlu - Hikayedir, unuttum demeler

3 Eylül 2013 Salı

Kitapçı/Kebapçı

Bir ülke düşünün ki orada kitapçılar iflas ediyor. Eğitimin, bilginin, kültürün günden güne paspas edildiği, başa geçen birinin ne dediyse hiç düşünmeden, okuyup araştırmadan "amenna" dendiği. İnsanların kendi aklını kullanmadığı, kullananların da yetmediği bir ülke... Ekonomi olarak dünyada 17. sırada olup, kültür adına 89. sırada olan bir ülke... Eyvah, eyvah, eyvahhh... Yaşadığım bir diyaloğu paylaşmak isterim. Adamın biri gelip sordu:

‘Madem yazar adamsın, kuru temizleme firmasında ne işin var?’

‘Çalışmazsam hayatımı idame edemem.’

‘Senin sürekli yazman lazım.’

‘Benim sürekli yazmam için okurları(m)n çok olması lazım. En son ne zaman kitap okudun?’

‘İlk okulda Cin Ali'yi okumuştum.’

‘İşte senin yüzünden çalışıyorum.’

‘Nasıl yani?’

‘Sen ve senin gibiler yüzünden...’

‘Bırak şimdi, seni daha yeni tanıyorum. Senden laf yemeye gelmedim.’

‘Sen ve senin gibiler kitap okusanız, ben de ekmek derdine düşmeden bütün vaktimi sizlere bir şeyler sunmak için harcarım. Sürekli okur, araştırır, düşünür ve yazarım.’

‘Sen de haklısın...’

80 milyon nüfusu olan bu ülkede, -köşe yazarları hariç- yazarlığı ile karnını doyuran 50 tane yazar yok. Kendim için demiyorum, çok güzel yazıp da hala çalışmak zorunda olan yazarlar bilirim, akşam eve geldiklerinde yorgunluktan kalemi ellerine alamazlar. Deftere bakınca harflerin birbirine karıştığını görürler... Ona rağmen yazmak için çabalarlar. Çünkü ötekilerden çok yol kat ettiklerine inanarak bu birikimlerini insanlara sunma zorunluluğu hissederler. Konuyu dağıtmadan olayı kitapçıya bağlayayım. Yazar adam hayatını sürdürmek için çalışır ama kitapçı iflas etmemek için ne yapsın ki? Mekanı kebapçı dükkanına mı çevirsin? Olur bak, bize böyle gerek... Koskoca dükkanı niye kitapçı yapıyorsun ki? (!) Dönüştür bir kebapçıya. Ha kitapçı, ha kebapçı... Kapının önüne de bırakırsın bir tezgah, 3-5 kitap olur üzerinde... Ohooo başımızdan artar. (!)

Servet Saygınoğlu - Kitapçı/Kebapçı

2 Eylül 2013 Pazartesi

Kitaplar

Kitap, dikenli yollarda yürürken ayakların yaralanmasını engelleyen ayakkabı gibidir. Aynı zamanda kötü yollara götürmez. Kitap dediğin yalnızlığı sevdirir insana. Güzel bir kitap açmışsan önüne, aklına yalnız olduğun gelmez. Gelse de "yalnızlık, ne güzel şey." dersin. Seversin kendini, yaşanan hayatların satırları arasında dolaşırken hayalen de diyar diyar gezersin. Acı çeker, gülümser, mutlu olur ve yeri gelir katil olursun. Ama pek sevdirir kendini kitaplar. Kitap insana küsmez de, insan nazlıdır, bazen kendine bile küser.

Servet SAYGINOĞLU - Kitaplar

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Kuantum Muantum

Kuantuma kafamı yormaktansa, hamam böceklerinin neden gıdıklanmadığına kafamı yorarım daha iyi. Kuantum olayı o derece boş bir şey yani. "Evrene enerji yolluyorum" diyor. Enerjisi tuvalete gitmeye yetmez, bir de evrene enerji yollar. Asıl mesele nedir biliyor musunuz? Beyni ya olumlu, ya da olumsuz düşüncelere odaklarsınız. Bunun orta yolu yoktur. İyimserlik daima kazandırır. Bir şeyin olmama ihtimalini alternatifler arasına bırakmamak gerek. Eğer böyle bir seçenek olursa azim yarıya düşer. Çünkü beyni ikiye bölmüş olursunuz. Dolayısıyla bir yandan olumlu düşünürken, diğer yandan olmayacak durumda nasıl davranmanız gerektiği, bunu kaybı nasıl üstünüzden atacağınızı planlarsınız. Hal böyleyken olumsuz düşüncelere kayma olasılığı daha fazladır. Sakin olmaktır mesele, elinden geleni yapmaktır. Sonrasında olmazsa bile, insanın gözü arkada kalmaz. Yeterince çaba sarf etmiş bir insan için kayıplar çok da can acıtmaz. Çünkü elden gelen yapılmıştır.


Servet Saygınoğlu – Kuantum Muantum

27 Ağustos 2013 Salı

Değişiklik Olsun

Yalnızlıksın işte, bu için seviyorum seni... Ben hep iyi bildim, iyi şeyler düşündüm senin için, senin ne düşündüğünü merak etmeden... İyi bakar iyi görürüm seni, kötü olsan da gördüğüm gibi yapmaya çalışırım, sen halinden memnun olsan da... İsim koymak belirli kuralları gerektiriyor, o kuralları da zaten insanlar koymuş ya. Bizim kuralımız da kuralsız ve isimsiz olsun. Sevgililer şöyle yapar, yeni tanışanlar böyle yapar, aşıklar böyle yapar, evliler böyle yapar değil. Biz ne istersek, onu yapalım. Benim kuralımdır kuralsızlık... Sende böyle olsan, fena olmaz hani... Değişik şeyler de yapabiliriz, ateşi alttan değil, üstten verelim çaya. Ne bileyim, üstten ısıtmalı bir demliğimiz olsun, hayatı iyi şeyler getirdiği yok, sıralı olarak bekliyoruz bowlingteki gibi. Hayat gül atmıyor, top atıp deviriyor bizi... Yan yanaydık ama kavuşmamız mümkün değildi, devrilip düştük ikimiz de, karşılaştık karanlıkta, orada kavuştuk, yeniden yan yana gelinceye dek. İyi bir hayat oyunu, yine devrileceğiz, sana çarparsam kusuruma bakma, ama sen çarp bana, acını da hissedesim var.

Servet Saygınoğlu – Değişiklik Olsun

25 Ağustos 2013 Pazar

İDDAA

İdda diye bir oyun var. Maçları biliyorsun ve kazanıyorsun. Zahmet yok, emek yok. 'Kolay para' diye kafasını inanılmaz derecede bu işle bozanlar var. Tutturamayınca o bozuk morali birkaç gün üzerinden atamayanlar, etrafındaki insanların canını sıkanlar vs... Gözlerinde o kadar büyütürler ki memleket meselesini sollamış durumdalar. 'Kazandığın para helal midir?' diye soruyorsun, kimi 'evet' diyor. 'Nasıl?' diye sorunca da 'Kafamı bu işe veriyorum, düşünüyorum, hesaplıyorum, tahmin ediyorum ve buluyorum.' diyor. Vay be, ne kafaymış (!) Bununla ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum.

Vakt-i zamanında bende 2 yıl kadar bu oyunu oynadım. Çok da güzel paralar kazanıyordum, (
şükür aklımı hangi işe versem, başarım kaçınılmaz oluyor. J ) Fakat eve gelene kadar paranın nereye gittiğini bilene aşk olsun. Helal olmayan para yaz güneşine bırakılan bir kalıp buz gibi, eriyip yok oluyor. Eriyip yok olmasından geçtim. Helal paranın içerisine karışınca, helal parayı daha haram ediyor. Hani bir kova suyun içerisine bir damla idrar düşünce hepsi haram olur ya, onun gibi… Oynadığım süre boyunca ne işim rast gitti, ne de cebimde doğru düzgün param olurdu. “Helal olmayan para, naftalin gibidir. Katı halden, gaz haline dönüşür. Bir bakarsın vardır, bir bakarsın yoktur ve nerede, ne zaman harcadığını bilmezsin. Uçar.”  ‘Bu böyle yürümez’ dedim ve oynamayı bıraktım, ardından askere gittim. Askerden sağ salim döndükten sonra bir gün idda bayiinin önünden geçiyordum. ‘Bir kereden bir şey olmaz’ diyerekten girdim içeri, 4 maç işaretledim, 2 lira ödedim. Kâğıdı cebime bıraktım, kazanıp kazanmamak hiç gelmedi aklıma. Ertesi gün yine o idda bayiinin önünden geçerken sonucunu merak ederek içeri girdim ve cebimdeki kağıdı kasadaki adama verdim. Baktı, ‘idda tutmuş dedi ve 31 lira 50 kuruş para verdi bana. Tebessüm ederek çıkıp eve geldim. Eve su almayı unuttuğumu fark ettim, marketten suyu aldım ve eve döndüm. Ne olsun istersin? İşte cevap: “Anahtarı evde unutmuşum.”
Çilingir ça
ğırdım, kapıyı açma bedeli olarak 30 lira çilingire ödedim.

İçinde bulunduğum durumdan ders almamak mümkün değildi. O gün bugündür ne idda, ne de herhangi bir şans oyunu ile alakam yoktur. Şans olayı bana göre değildi, hatta kimseye göre değil. Emeğine, alınterine saygı duyan insan, ‘kolay para’ peşine düşmez.

Servet SAYGINO
ĞLU – İDDAA 

22 Ağustos 2013 Perşembe

Niye!

Ne kadar da basit değil mi? Şimdi ölüyorsun, bir saat içinde yıkıyorlar, namazını kılıyorlar, sonra yarım saatte de gömüp geliyorlar. Ardında herkes kendi işinin ekmeğinin peşine gidiyor. İşte biz bu kadarız... Yapacağın bir şey varken yapmamak niyedir? Söylemen gereken bir şeyin yeri ve zamanıysa susmak niyedir? Seveceğin biri varken, onu sevmeye karşı koymak niyedir? Niyedir? Niye sen, niye biz, niye kim?

Servet SAYGINOĞLU – Niye!

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Hay Hay

Doğar doğmaz ebesini gören bir canlının, üstesinden gelemeyeceği hiçbir iş yoktur. Yeter ki istesin. Kaybetmek, umutsuz olmak, hastalanmak, batmak, çıkmak, savrulmak, aşık olmak, terk edilmek, darbe almak, acı çekmek, feleğe çomak sokmak, kumandanın ya da telefonun üzerine oturmak... -bazıları kedinin üzerine bile oturuyor.- Bunların hiçbirine yabancı değiliz. Bahsettiğim şeylerden herhangi biri bugün gelmezse yarın gelecek, ya da ertesi gün. Belki de şimdi... Kaçış yok. Bize vız gelir. Açalım daima kollarımızı, kapanmanın hiçbir anlamı olmamıştır. Paslanmaya lüzum yok. Hayat, neye layıksak onu getiriyor. Kötü bir şey getirdiğinde üzülüyoruz, ağlayıp zırlıyoruz ama o da geçiyor. Unutmasak bile bir süre sonra ağlayacak kadar önemli olmadığını anlıyoruz. Nazan Öncel, o sözü hepimizin gelmişine geçmişine yazdı. Ne demişti? "Hay hay, buyursun gelsin." Aç kollarını, gözlerini, ufkunu, gönlünü… Geleceği olan zaten izin istemez. Sende iyi olacağını bildiği için gelir. Sen kötü olarak bilsen de…

Servet SAYGINOĞLU - Hay Hay

20 Ağustos 2013 Salı

Giden, Alır, Gider

Ve öyle bir zaman gelir ki; onun için harcadığın her saniye, her kuruş için binlerce 'eyvah' çekersin. O bunu duymaz ve sen kaybettiğin saatler, onun için vazgeçtiğin insanlar, onun senin üzerinde beğenmediği kıyafetler, onun sevmediği yemekleri sofrana getirmemenle kalırsın. Yiten yitmiştir, seninle beraber birçok şeyini de alıp gitmiştir. Annesini kaybeden iki yaşındaki çocuk gibi kalırsın kalabalık caddede... Yanından geçenler acır sana, ama uzatmazlar ellerini...

Servet Saygınoğlu – Giden, Alır, Gider

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Kuru Ego

Ortaya bir şey anlattığın zaman "kim nasıl anlarsa anlasın" düşüncesiyle anlatabilirsin ama eğer bunu tek bir kişiye anlatıyorsan, öncesinde onun nasıl anlayacağını da hesaba katmalısın. Eğer bunu düşünmüyorsan, dostun da olmaz. Selam verenin de... Hal böyleyken kendinden de rahatsız olmaya başlarsın. Çünkü tekliğin beraberinde başka teklikler olmadığı sürece her an hiçlik olmaya hazırdır. Böyle canlılar yeryüzündeki hiçbir yerde rahat etmezler. Kendi kendilerini gömmeleri en doğru şeydir.

Servet SAYGINOĞLU – Kuru Ego

18 Ağustos 2013 Pazar

Can Sıkıntısı :)

Evlilikten önce kadın, sevgilisine: 'Canım sıkılıyor ya...' deyince sevgilisi etrafında pervane oluverir. "Nereye gidelim aşkım, senin için ne yapabilirim aşkım, canın bir şey çekiyor mu aşkım........ vs. Evlilikten sonra ise: 'canım sıkılıyor yaa...' diyen kadının alacağı cevaplardan birkaçı;

* Zaten canın neye sıkılmıyor ki?
* Valla hiç senle uğraşacak halim yok, benim uykum var.
* İyi tamam. Sıkılınca çekilmez oluyorsun zaten. Ben biraz kahveye takılayım.
* Git komşuya o zaman...
* Ya yürü git başımdan, benim de canımı sıkma.
* Siz kadınlar alışveriş yapmadığınız her an hep sıkılırsınız zaten.
* Sıkı can, kolay çıkmazmış hanım. Hele bir çay demle, geçer.

Servet SAYGINOĞLU – Can Sıkıntısı

16 Ağustos 2013 Cuma

17 Ağustos 1999

14 yıl önce bu saatler… Hiç kimsenin haberi yoktu, birçoğu sabah kalkıp işe gidecekti, bazıları yeni üniversite kazanmanın heyecanını yaşıyordu, kimileri hastalığı için doktora gidecekti, kimi sevgilisinden ayrılacaktı, bazıları yıllarca yalnız kalmanın bedelini güzel bir evlilikle taçlandıracaktı…

Soldu umutlar, her yer çöktü. Ağlayanlar, sızlayanlar, yaralananlar ve tamamen sesini kesmiş olanlar... "Sesimi duyan var mı" söyleniyordu en çok, evi yıkılınca dünyası da yıkılıyordu insanın. Bir de sevdiklerini, en yakınlarını gözü önünde yitirince aklın da yitmemesi mümkün değildi. Rabbim kimseye böyle bir acının tekrarını yaşatmasın. Bu acıyı yaşayan cümle insanlara yardım etsin, sabır versin. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve selamet diliyorum…

Servet SAYGINOĞLU – 17 Ağustos 1999

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Günün Notları

Trip, sevildiğine inanmayanlar çiğlerin işidir. Akıllılar, sevildiğine inanmadıkları birinin yanında durmazlar zaten. 30 yaş üstü birinin tribine rastlamadım mesela… Öyleleri varsa da sadece yaşları büyümüştür, kafaları değil.
*
Yoğun fedakarlık yapmanın bedelini "Derin aşk" yerine "terk edilmek" olarak ödeyenlerin yolu, sevildiğine emin oldukları kişilere çıkar. Sevmeseler bile, sevildiklerini bilmekle yetinirler. Fakat geçmişteki gözyaşı izleri yanaklarından asla silinmez.

Servet SAYGINOĞLU

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Kendi Halim

Gündüz roket, gece enkaz oluyorum. Yılların yorgunluğu biniyor omzuma. Evin kapısından girer girmez. Öyle bir bitkinlik geliyor ki deprem olsa evden çıkmam yani. Soluklanıyorum, duvarları seviyorum. Dokunuyorum onlara, iyiyim böyle ben. Ne bileyim, dışarı çıkıp da kendimi huzursuz edecek şeyler göreceğime, odamdaki duvar kağıtlarını incelerim, aynı anda beş kitap okurum, onu bırakır öteki kitabı alırım. Oturduğum her yerde bir not defteri ve kalem var nasılsa... Yazacak bir şeyler mutlaka geliyor aklıma. Olmazsa kalkıp tahtaya yazıyorum, siliyorum, bi daha yazıyorum. Bir zamanlar ev yolu bilmezdim, kapıdan girmek zindana girer gibi olurdu, şimdi ise dışarı zindan, dışarı kafes... Ben odamda özgürlüğün kollarındayım. Bilmiyorum bundan sonra ne olur, iyi şeyler olacaktır elbet. Dışarı seveceğim elbet bir gün, evdeki huzurdan fazlasını bulduğumda... Umut mu? Zırnık kadar umut yok. Ben günümü yaşamayı severim, pencereden sokağı seyretmeyi... Umutlar endişe doludur. Endişelenmeye takatim yok. Böyle iyiyim.

Servet SAYGINOĞLU – Kendi Halim

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Zamana Bırakılan

Zamana bırakıp da iyi şeyler olacağını düşündüğün şeyler: tarlada biten ot ve kanayan yaraların iyileşmesidir. İnsan, topraklığını yitirmiştir. Toprağa dönene kadar zamanla iyileşeceğini düşündüğü ne varsa daha beter olur. Varsa yapacak bir şeyi, kalkıp yapmalı. Yoksa aynı istek bir daha gelmiyor. Umut, sakız gibidir. Yarından daha öte günlere uzattığın umut, sakız gibi incelir. Gün geçtikçe sakız eskir ve sonuna gelmeden eline yapışır. Bir süre eline yapışan sakızı söküp atmakla uğraşırsın, bu uğraş sayesinde birçok gün yaşanmadan yitip gitmiş olur.

Servet SAYGINOĞLU - Zamana Bırakılan

2 Ağustos 2013 Cuma

Oruçlu Canlı ve Oruçlu İnsan

Günaydınlar,
- Günaydın abi,
- Ne oldu Mehmet, neyin var?
- Yok bir bir şey abi… İyiyim.
- İyi değilsin Mehmet, gördüğüm surattan iyi olmadığın belli oluyor.
- Abi oruçluyuz yani, normaldir. Aç, sigarasız olunca sinir stres oluyor?
- Nasıl yani? Oruç tutunca sinir ve stres sarıyor seni öyle mi ?

- Neyse ben çalışma masama geçeyim.
- Tamam Mehmet, kolay gelsin.
-Eyvallah abi.

On bir ayın sultanı Ramazan…
Dualarla beklenir bu güzel ay, oruç tutulur, teravih namazı kılınır, hatimler okunur… Geçmişte kalan onbir aylık huzursuzluk ve yorgunluğu bu ayda atarsın üzerinden. Çünkü ramazan huzurdur, hayırdır, berekettir.

Bu oruçlu olmayı kötü şekilde kullananların haddi hesabı yok. Suratları birer karış olan bu (insan demeyim) canlılar, tuttukları bu mübarek orucu ev ve iş hayatlarına olumsuz bir şekilde lanse ediyorlar.

Şöyle bir mantık var:

Normal aylarda başı secde görmeyen bu canlı (yine insan demeyeceğim) ramazan ayında kafasını secdeye adeta dayıyor. ‘Dua etmek için mi, inanmıyorum...’ ‘Neye dayanarak inanmasın, bunu sorgulamak senin işin mi?’ diye sorarsan, “Evet” aynı ortamda bulunduğum kişiler olunca sorgulamak benim işim olur haliyle.

Sabah 10’daki çay paydosunda, 15 dakika laklak yaparlar. (buna laf yok, dinlenmek herkesin hakkı)
Öğlen yemek paydosu olan bir saatte bir köşeye çekilip uyurlar. (bu da haktır, paydosunu ister yemek yiyerek geçir, ister uyuyarak.)
Paydos biter bitmez işlerinin başına geçerler, aradan birkaç dakika geçer, bakarsın ki oruçlu tayfasının hiçbiri işinin başında değil. “Ne oldu bu adamlara?” diye bakmak gelir içinden. Görürsün ki abdest alıyorlardır.  Abdest ve öğlen namazını, 40 dakikaya bitiremiyorlar. Yeniden iş kıyafeti giyme olayı derken bir saati buluyor. İmam bile 20 rekatlık teravihi (yatsı hariç) ortalama 35 dakikada filan kıldırıyor.

İlk bir saati işten çaldık mı? Evet.

Öğlen sonrası 3’te çay paydosu var. Oruçlu arkadaşlarımız yine köşelerine çekilir, laklak yapmaya devam… (Bu da haktır.)

Çay paydosundan bir saat kadar sonra ikindi ezanı okunur, oruçlu tayfası aniden kaybolur, yine abdest ve namaz faslıdır. Bir saat de oradan yenir. Olur sana iki saat…

Kısaca bir konuya değinmek istiyorum. Şu anda iki saat işinden “çalıp” abdest alıp namaz kıldın.  Bu duruma işveren ne kadar müsaade ediyor, burası merak konusu… Çünkü adam “benim işyerimde namaz kılmayın” derse de dinsiz imansız şeklinde yaftalanır.

Bu detaylı olarak bahsettiğim saatlerden ziyade benim şöyle bir sıkıntım var. Oruçlu insanın yüzüne nur gelir. Çünkü oruç tutmak sadece akşama kadar aç kalmak anlamına gelmiyor. Nefis terbiyesi içindir.

Ağzın oruçken;
Kulağın da oruç tutmalı, kötü sözler söylenen yerde durmamalısın.
Dilin de oruç tutmalı; küfür, ya da gıybet etmemelisin.
Ayakların da oruç tutmalı; kötü yerlere gitmemelisin.
Ellerin de oruç tutmalı, harama el uzatmamalısın.
Gözlerin de oruç tutmalı, harama bakmamalısın.

Tabi ben kısaca bahsediyorum…

Benim sorunum oruç tutan insanla değil, oruç tutan canlıyla…

Oruç tutan canlı şu şekilde oluyor;
Sabaha suratı bir karıştır, kimsenin yüzüne bakmaz.
En ufak bir şeyde parlar, ana avrat düz gider.
Zırt bırt ‘akşam olsa da eve gitsek’ der.
Normalde bir günde yaptığı işi bir haftaya bitirmez.
Halsiz ve yorgun numarası yapar.
Fırsat buldukça kendi gibi canlılarla bir araya gelip oruç tutmayanları “kafir”, “cehennemlik” olarak niteler.

Benim sorunum bu tür canlılarladır.

Ezcümle:

*Oruç tutuyorsan, bu durum senin işini hiçbir şekilde engellememeli. Çalıştığın saatten kaytardığında maaşının içerisine haram para karıştırmış olursun.  Bu durumda hangi yüz Allah’a el açıp dua edebilir ki? Bundan daha büyük pişkinlik yoktur.
*Oruç tutuyorsan, suratın bir karış olmayacak. Aksine, çalışıyor olduğun halde oruç tuttuğun için sevabının bol olduğunu düşünerek güleç olmalısın. “Canım sigara çekiyor”, “offf  şu oruç da bitse bari” laflarını kullanmayacaksın.
*Oruç tutuyorsan, tutmayanı “kafir”, “cehennemlik” olarak nitelendiremezsin. Buna hiçbir şekilde hakkın yok. Ancak sen oruçluyken, oruç tutmayan kişi özellikle gelip senin yanında sigara yakıyorsa, ya da gözlerinin içine bakarak bir şeyler yiyorsa da bu onun edepsizliğidir.

Tüm oruç tutanlar için değil, hakkıyla tutanlar için benim de bir duam var:

“Ya Rabbim… Farz ibadet olduğunu düşünerek, insan gibi (kulağı, dili, eli, ayağı ve gözü ile) oruç tutanların ibadetlerini kabul ve makbul eyle. Amin.”

Servet Saygınoğlu – Oruçlu Canlı ve Oruçlu İnsan

1 Ağustos 2013 Perşembe

Yaşama Hakkı

Bazen kalabalık bir caddede yürürken etraftaki gürültüyü duymadığını fark edersin. O anda anlarsın ki kafa kalabalığının susturmadığı hiçbir gürültü yoktur. Sağa sola bakarsın ama duyduğun sesler kafandaki seslerdir. O sesleri bir ritme dönüştürmelisin. Bir orkestra gibi olmalı. Seni senden alan gürültü değil... Bozuk çalanı derhal ayırmalısın. Kim olduğu önemli değil... Kafan, yaşamının hazinesidir. İçinde hazineye layık olanları sakla... Eğer dünyaya geldiysen, yaşama hakkı verilmiştir sana. Elinden alınmasına izin verme.

Servet SAYGINOĞLU - Yaşama Hakkı

30 Temmuz 2013 Salı

Bu hayatta;

Bu hayatta iki kişiden korkacaksın;
Birincisi 'gözüm görmüyor' diyenden, ikincisi de 'kulağım duymuyor' diyenden.

Servet SAYGINOĞLU

28 Temmuz 2013 Pazar

Büyümek

Umut, çocukların yüzünü gülümsetir.
Bir de içindeki çocuğu öldürmeyenlerin... Büyüdükçe hayatın ne mal olduğunu anlamaya başlarsın. Azalır umudun, gülüşün, hayallerin... Hatta çoğu zaman rüya bile görmezsin.


Servet Saygınoğlu

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Zamanın Değeri

İnsan dediğin, eğer kaza ya da hastalık çıkmazsa ortalama 50-60 sene ömürden ibaret.  Zaman ayırdığınız kişileri seçerken iyi düşünün. Düşünmeye zaman harcayın ama hak etmeyen insana değil. Uzunca düşünülür, birkaç kez denenir ve zaman ayırıp ayırmamaya karar verilir. Usul böyle olmalı. Unutmayın, üzerinde düşünmediğiniz kararların faturası, hem can acısı hem de zaman kaybı olarak ömürden ve gelecekteki huzurunuzdan tahsil edilir. "Ben kötü insanları hak etmiyorum ama başıma geliyorlar" diyen insana bir cevabım vardır; "Ocağında ne pişerse, sofrana da o düşer." Tecrübeli insan, hataya giden yolları daha önceden deneyip yanılan kişidir. Yanıldığını fark edip uzaklaşana, bunun yanı sıra denemekten vazgeçmeyip yeni yollar açmak için adımlar atana ne mutlu...

Servet SAYGINOĞLU - Zamanın Değeri

26 Temmuz 2013 Cuma

Yalın Yalnızlık

"Yalnızlık" dediğin sadece kürkçü dükkanı değilmiş... İşten döndüğünde önceki akşamdan kalma bıraktığın yarım bardak suymuş, etrafı boş boş seyrederken içtiğin çay bardağını olduğu gibi masanda bulmakmış, bulamadığın herhangi bir giysini kimseye soramamakmış, varlık içinde yoksullukmuş, sabah bıraktığın darmadağın yatağı olduğu gibi bulmakmış, her şey yarımmış... Süssüz, soluk, yalın ama bazen pek mutlu...

Servet SAYGINOĞLU - Yalın Yalnızlık

25 Temmuz 2013 Perşembe

Hamile Kadın Zarafeti

Hamile kadın, kadınların efendisidir. Hiç olmadığı kadar rahat dolaşmalıdır. Çünkü can taşımak en büyük gururdur. Evet, o gurur her kadına nasip olmuyor. Hatta kadınları cinsel gereç gibi gören erkekler bile, hamile bir kadına rastladıkları zaman kendi annelerini hatırlayıp kadınlara saygı duymaları gerektiğini hatırlarlar. Kadın dediğin doğurganlığı simgeler, hamile kadın evlat yolu bekler, cennet yolu ayaklarının altındadır. Gayet estetiktir, zariftir ve mis gibi kokar. Her şeyden önce ANNE kokar...

Servet SAYGINOĞLU - Hamile Kadın Zarafeti

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Sık Canını

Bir olay gelir başına ve kötü ruh hali içindeyken dost bildiklerin (!) yanına gelir ve söyledikleri sözler sabittir: "takma, boşver, sıkma canını" vs... İşte asıl hesaplaşma bu zamandadır. O anda sıkabildiğin kadar sık canını. Ağla, zırla, bağır... Kısa bir süre sonra o enerji bitecek ve sessiz kalacaksın. İşte insanın aklı, başına böyle zamanlarda gelir. Yani kafaya taktığın sürece çözüm yöntemleri geliştirirsin. Bunun pratiği hayatın her yerinde lazım olur sana... Yani bir nevi karşına çıkacak sıkıntılara karşı idmanlı olmuş olursun.

Servet Saygınoğlu - Sık Canını

19 Temmuz 2013 Cuma

Sevgi Ölçüsü

Sevginin de ölçüsü vardır, fazlasını verirsen harcarlar. Hepsini bir anda verme, milyondolar görmüş gibi aklını yitirir. Sen de sevdiğini... Sevgili dediğinin gönlü kumbara olmalı, eksik etmemelisin içinden sevgiyi. O sana sevgi vermek istediğinde ise kendi sevgisinden vermeli.  Sahip çıkmalı verdiklerine, değerini bilmeli... Sen de öyle...

Servet Saygınoğlu - Sevgi Ölçüsü

18 Temmuz 2013 Perşembe

Acının Hayata Etkisi

Evet, bazen çok katılaştığımın farkındayım. Katılaşma sebebi yeterince acı çekmiş olmaktan geliyor. Ruhu bu durumda olan kimi insanlar pamuk gibi olur, kimleri de adeta canavarlaşır. Bende her ikisi de mevcut. Yerine göre kendimi gayet iyi belirliyorum. Ortası olmuyor, yani ya çok severler, ya da hiç sevmezler. Ayna örneğim daima geçerlidir. Yani bana baktığında kötü biri gibi görünüyorsam, kötü olan sensindir.

Servet SAYGINOĞLU - Acının Hayata Etkisi

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Aşk Gerçeği

Aşık olunur evet, insan aşk sandığını ancak kavga sonrasında anlar. Eğer kavga onları birbirine iyice bağlıyorsa aşktır. Aradaki bağ zayıflıyorsa değildir. Yani kavganın ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi farklı konulara girebilen insanlar aşıktırlar. Çünkü dün, dünde kalmıştır onlar için... Ve bu aşıklar hayatlarındaki tüm güzellikleri beraber yaşamaya karar verdikleri için aralarında kin olmaz, hatta sonradan kavga ettikleri anı hatırlayıp birbirlerinin taklidini yaparak eğlenirler.

Servet Saygınoğlu - Aşk Gerçeği

12 Temmuz 2013 Cuma

Dinlenmek Üzerine

Sıcak havada gelen esintinin kıymeti nasıl da bilinir. En ufak bir terleme durumunda, “ah şuradan biraz esse ne güzel olur” şeklinde dileklerimiz olur. Estiği anda keyfimize diyecek olmaz. Fakat sıcak olmayınca rüzgarın da pek bir anlamı yoktur. Ne bileyim, gözüm aramaz rüzgar serinliğini, havada her şey yolunda gidiyorsa fazlasına ya da yeni şeylerin eklenmesine gerek mi var?

İş çıkışı geliyorsun eve, bir yorgunluk ki enkaza dönmüşsündür. Anne baba ile beraber yaşıyorsan vay haline. Evde rahat giyinemezsin, oturduğunda ayaklarını uzatamazsın, dışarıdan bir şeyler almak için gönderirler, misafir gelir, ıdı olur vıdı olur dıdı olur... Dolayısıyla yorgunluğun alayını yatağa kadar bekletirsin. Hal böyleyken karanlık çöktükten bir-iki saat sonra soluğu yatağının başında alırsın. Etrafta gürültü filan varsa tekrar vay haline… Bu kez de sağa sola dönerek yatakta tur atıp bir nevi parsellemeler yaparsın. İşin özü: yalnız olunca, ya da yanında bulunduğun kişi eşin, çoluk çocuğunsa veya bir arkadaşınla beraber yaşıyorsan rahat ediyorsun. Dinlenmenin demine vuruyorsun.

Bu durumda: Yatak sıcak olmayabilir, birkaç kıvranma sonucunda ısıtırsın. Yemeğini yapan kimse yoksa sorun olmuyor, dışarıda yiyip eve gelebiliyorsun. Ya da birkaç bisküvi, çay ve meyvesuyu ile gece uykusuna kadar idare etmek sorun olmuyor, -öğlen yemeğini düzgün yemişsen… İstersen evde yap yemeğini.- bir şekilde idare ediyorsun. Huzur mu? Âlâsı burada. Çünkü eve gelir gelmez selam verdiğin yok, varsa da kendi odasındadır. Derhal üzerindekilerin tamamını çıkarır duşa girersin ve sadece donla dolaşırsın evde. Ayağını uzatırsın, hatta halay çekersin, kitap okursun, bulmaca çözersin. Kendini geliştirmek için haddinden fazla zaman bulursun. Varsa böyle bir şansın, sarıl ona, bil kıymetini… Ya da şu anda kıymetini bilmen gereken bir durumun varsa, sarıl. Bırakma onu…

Servet Saygınoğlu – Dinlenmek Üzerine

29 Haziran 2013 Cumartesi

Kahve, Kulaklık, Haziran

Çoğu zaman yaparım bunu... Alırım kahvemi, takarım kulaklığımı ve vakit gündüzse siyah gözlüklerimi. Özellikle kimsenin beni tanımadığı yerlere giderim. Kendimle baş başa kalmak içimi ferahlatır. Konuşmamı susturup, düzenli nefes almamı sağlar. Birbirinden güzel hayallerim vardır, o sırada onları ziyaret ederim. Dokunur ve dinlerim. Seslerini duymak, yüzlerini görmek tebessüm ettirir bana. Severim yalnızlığı, kendime dönmeyi, bendekileri sevmeyi... Arayı soğutmamaya çalışırım. Sıcak güzeldir, haziran gibi...

Servet SAYGINOĞLU - Kahve, Kulaklık, Haziran

9 Haziran 2013 Pazar

Kazanmak

Bazen ölümü kurtuluş zanneder insan. Gideceği yerin daha kötü olmayacağına inanır, çünkü içinde bulunduğu durum, onu dünyanın her şeyinden soğutmuş ve kendisine bir nefes bile kalmamıştır, o zaman çekip gitmesi gerektiğini düşünür, gider. BU BİR PES EDİŞTİR. Benim fıtratıma terstir. Dünya benden aldıkça, ben ayrı saldırı yolları keşfediyorum. İnsan ancak bunu "kazanmaktan başka çarem yok" dediği anda uygulamaya başlar.

Servet SAYGINOĞLU - Kazanmak

30 Mayıs 2013 Perşembe

Vardır Bir Hayır


Tek bir ricam olur senden, garip bir yanım var, onu bilmeni istiyorum: Beni üzmeye çalışırsan eğer, fazlasıyla karşılığını alırsın. Kadınlar trip atar filan derler ya, tribin de kralı bende. Ama gerektiği zaman... Umarım öyle bir zaman da gelmez. Yüzüne bakmak istiyorum tabi, baktığım yüzün olacak ama ruhunu göreceğim. Ellerini gözeneklerine kadar hafızama kazımak isterim. Yüzünün güldüğünü görmek için çabalamak, çabaların en güzeli olacaktır. Hiçbir beklentim yok, bu hayatta beklediğim tek şey vardır, o da ölümdür. Ölüm: geleceğinden emin olduğum tek şeydir. Hayata güzel bakınca, güzel görebiliyor insan. Başımıza gelen her şey, yaptığımız bir şeylerin karşılığıdır. 

Eğer karşılaştıysak, vardır bunda bir hayır. Ben kendime güvenirim. Eğer bir gönül meselesiyse, bunun gereğini yapmak benim boynumun borcudur. Gerçekten sevilecek bir insan var mıdır? sorusunu çok sordum dünyaya. Çıkar mı, çıkmaz mı diye umut bile bağlamadım. Saçlarımda beyaz yoktu benim, son bir yılda epeyce arttı, ilk çıktığı zaman duygulanmıştım, hayatın bana gençlik dediği zamanın zirvesinde olduğumu ve o günden sonra inişe geçeceğimin işaretiydi. Karşılaştığımız güne ne mutlu. Kelimelerini gördüğüm güne, sesini duyduğum, tebessümünü hissettiğim. "oldu" kelimesini kullandığın anlardaki sevincim... Bunlar hayatı sevmek için yeterli nedenler olsa gerek. Söz konusu kadın ise, "kadından çok ne var?" der insan. Ama biri olur ki, milyonları feda edersin, hepsinin mezarını kazarsın aniden. Ben böyle biri miyim diye sorarsan, bunu bizim kendi çabalarımızla bindiğimiz kayık belirler. Zaman olsun, hayrolsun, senli olsun. Daha ne olsun ki...


Servet SAYGINOĞLU - Vardır Bir Hayır


21 Mayıs 2013 Salı

Anladığın Kadarını Anla, Sus!

Arada bir kevgir misali iletiler paylaşırım. Bu durum ise düşmesi gereken kişilerin düşmesi içindir. Yani AK’KOYUNların…

Dün bir ileti paylaşmıştım. “Adı Ömer olup da fırlama olmayanına rastlamadım. Hazreti Ömer bile halifelikten önce fırlamanın önde gideniymiş.” diye… Adamın Müslüman olmadan önceki halini bilenler vardır elbet. Hatta kendi kızını bile diri diri toprağa gömmüştür. İslamiyeti kabul ettikten sonra sahiden halifeliği hak edecek mertebeye ulaşmış ve Hz. Ebubekir’den sonra halife olmuştur. O iletiyi yazdıktan sonra iki dakika paylaşıma bakmadım, aniden ne kadar bağnaz, yobaz varsa doluşmuş yorumlara… Anlamaktan uzak takoz kaynıyor ortalık…

Kimseye bir şeyler anlatma derdine düşmüyorum, yazıp bırakıyorum ortaya, herkes algılarının açık olduğu kadar anlasın. Kendimi sevdirme, benimsetme gibi bir kaygım yoktur, olmayacak da. Yazı yazmayı para bekleme kaygısı ile yazmıyorum. Şükür elim ayağım sağlam, çalışıyorum, sanatkârım. Yazma amacım hiçbir zaman ilgi toplama amacı olmadı. Şayet öyle olsaydı, bu kadar samimi ve aklı başında insanı bir arada göremezdim. (birkaç kişi)

Yazı yazmak benim için içimi dökmek anlamındadır, yaşam koşturmacası içerisindeki terimdir. Bunu da kağıda silerim. Kimseye kitaplarımı, yazılarımı okuması için ricada bulunmadım. Yedi yaşımda okula başladığımın ertesi günü, iş hayatına başladım. 11 yıl hem iş, hem de okul hayatım sürdü, sonrasında da iş hayatım devam etti ve halen devam ediyor. Okuyarak öğreniyor, yaşayarak pekiştiriyorum. Tek bacakla yürünmüyor, yaşadıkça okuduklarını pekiştirirsin, haricinde ise okuduğun, sadece kitapta kalır.

Yazı yazmaya kimse ile bir şeyimi paylaşamadığım, karşımdaki insanla paylaştığımda ise dinlemeyip kendi derdini anlatma gayretine düştüğü için başladım. Fark ettim ki, kâğıdın sesi çıkmıyor ve gayet iyi dinliyor beni.

İlk başlarda yazarak içimi döker, ardından yakardım yazdıklarımı. 2001’den, 2008’e kadar olan yazılarımın neredeyse tamamını yakmışımdır, fakat bahsettiğim yıl itibariyle yazdıklarıma baktığımda, herkesin okuyup bilmesi gereken şeyler olduğunu görmeye başladım. Ve birikti, hikayeler, denemeler, romanlar yazdım ve bu çeşmenin suyu da ben ölene kadar kesilecek gibi değil.

Kelimeler kadar mimikler de önemlidir. Yazı dilinde espri olarak yazdığın bir şeyi karşındaki insan küfür olarak bile algılayabilir. Durum böyle olduğu için, okuyan insan okuduğunu özellikle yanlış algılarını kapatarak okumalı. Yanlış anlasa bile “bence ben yanlış anladım” diyerek yeniden okuyup manayı yakalaması lazımdır. Anlatmak için yüzyüze görüşmeye kalksam, ömrüm yetmez o kadar insana…

Net olan bir şey var: İNSANLARI BİREYSEL OLARAK SEVMEM. TOPLUMSAL OLARAK SEVERİM. Kimse için, kimseden vazgeçmem, biri istedi diye sigaramı bile azaltmam. Bilirim ki beni, benim kadar düşünen olmaz.

Ukalalık: Sorulmadığı halde “bence” ile başlayarak içinde bulunduğumuz olay ve durumlarda akıl vermektir. -kendisine fazla gelmiş gibi-

Öyle bir derdim yok, sorulmadığı sürece fikrimi söylemem. Yüz yüze tanıyıp da benden rahatsız olduğunu söyleyene rastlamadım. Ama sanal ortamda, yukarıda bahsettiğim gibi, yanlış anladığını değil de, yanlış şeyler yazdığımı düşünenler oluyor. Açıkladığım gibi normal bir durum.

Geçenlerde biri, sormadığım halde akıl vermeye çalıştı ve aldı cevabını. “Aklın senin olsun, bırak da eğer bir girdap varsa, ben kendim yüzerek çıkayım. Aklını ihtiyacı olana ver.” dedim. Bu cevabı alır almaz tekrar yazdı: “Üç-beş kişi durumlarını beğenince kendini bir şey sanmaya başlamışsın. Anlaşılan götünü çok kaldırmışlar senin.”dedi. Yanıtım gecikmedi tabi, “götümü kimse kaldırmadı benim, zaten götü kalkık adamım ben. EGONUN KRALI BENDE.” dedim hazmedemedi, defolup gitti.

Sanal ortamda bir yazının altına iki satır yorum yazarak, yorum yaptığını düşünen zırtapoz ergen beyinliler var. Şimdi bir şey söyleyeyim; KİM OLURSAN OL, CİDDİYE ALDIĞIM KADARSIN. ÖTESİ YOK.

Burada her türlü insan var. Dindar, kindar, sağcı, solcu, sarı, beyaz, esmer, zenci... ve daha birçok çeşidi.

Etiyopya’dan bile insan var, yazıyı kopyalıyor ve kendi diline çevirerek okuyor. Anladığı kadarını anlıyor ve yoluna devam ediyor. Yani arkadaşım, sen burada yorum yazarak bana yorum yapmış olamazsın.

Ön yargısını gömlek cebinde taşıyarak gelenin de o yargılarını alır götüne sokarım.

Edebim daima yerindedir, fakat edepsizlik gerektiren konular vardır; kişiye ve kişinin bulunduğu konuma, duruma, olay ve düşüncelere göre davranırım.

Şimdi cancağızım; SEN, SEN OL VE HER ZAMAN ELİNDE MANEVİ BİR ÇATALIN OLSUN. Kepçe ile alırsan, yorum kusarsın. ÇATAL OLSUN ELİNDE VE KENDİ DAMAĞINA UYGUN OLAN ŞEYLERİ AL. Bu seni tatmin eder ve başkalarını düzeltme gereği duymazsın vesselam.

Servet SAYGINOĞLU

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Aşkın gelişi, yalnızlığın gidişi


- Hoş geldin aşkım.
- Pek hoş bulmadım. İçeride biri var sanki ?
- Evet, yalnızlık var.
- Ne yapıyor ? Onun olduğu yere ben gelmem.
- Merak etme, geleceğini söyledim ona, valizini hazırlıyor, gidecek.
- O gitsin, sonra gireyim ardından...
...
- Uğurladın mı yalnızlığı ?
- Evet gitti. Fakat hüzünlü ve kindar gitti. 'Er ya da geç bana döneceksin' diyerek...

Servet SAYGINOĞLU 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

An/neler Günü

Bir yanda elleri çiçeklerle dolu anneler; öte yanda evlatlarını özlerken ağlayan, onlardan çiçeklerin gelmesi değil, sadece bir tebessüm görebilmek için canını verecek olan şehit anneleri, huzur evinde çocukları tarafından ziyaret edilmeyen kimsesiz anneler, diğer yandan ise bugünkü saldırıda evlatlarını kaybeden anneler... Kutlamak mı? Kutlu olsun, geçmiş olsun, yazıklar olsun.

Servet SAYGINOĞLU - An/neler Günü

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Çarliston Biber Custin


14 ila 18 yaşları arasındaki Türk kızlarının hayranı olduğu Justen Bieber’in Türkiye’ye gelişine hiçbir şekilde laf edilmez. “Ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlana’nın torunlarıyız nasılsa… ‘Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar’ şeklinde değil, az da olsa mantık arama maksatlı bakalım olaya… 36 bin kişiye verilen bir konser… Bunların 10 bin tanesini çocuklarını götüren ebeveynler olarak görelim. 26 bin genç… Bu gençlerin kaç tanesi sosyal aktivite amacıyla gitmiştir bu konsere? Kimbilir nelerden taviz vererek gittiler ve saatlerce ayakta kaldılar. Kimi altına kaçırdı, kimi terlemekten teke gibi koktu. Şöyle bir şey var: ‘Gittiğinize değdi mi?’ diye sorsalar; büyük bir çoğunluğu hüsrana uğramıştır ve o kadar saat ayakta kalmanın yorgunluğunu yaşamışlardır.

Öte yandan…

Bu gençlere baktığımızda günü gelecek bizim çocuklarımızın başına öğretmen, avukat; bilemedin milletvekili filan olurlar… Böyle değmeyecek bir şeyi görme merakına düşen gençlerin düşünce yapılarının, hayata bakış açılarının nesine güveneceğiz? Bu delikanlı ile fotoğraf çekmek için ödenen para 2.750 lira. 160 kişi bu parayı ödeyerek fotoğraf çektirmiş. ‘Ömrün boyunca kaç tane fukaranın karnını doyurdun?’ diye sorsan “Allah versin” derler. Nedeni: açlık çekmemiş olmaları, hiçbir şey için mücadele etmemiş olmaları, her şeyi hazır bir şekilde masalarında görmeye, okula gitmek için bile özel araçlarla gitmeye alışmış olmaları… Onların aile büyüklerine gelince; onlarca, yüzlerce işçi çalıştırırlar, işçinin maaşı daima asgari ücretten yatar. Fazladan çalışana tek kuruş para verilmez. Sıkıntısı olduğunda kapı önüne bırakılır. Fakat söz konusu Justen olunca, kese ağzını açarlar. Neden peki? Sosyetede isimleri çıksın diye “Ben iki kızımı, bir de yeğenimi götürdüm” diyebilmek için.

Bil ahere… Ben derim kişilik bozukluğu, düşünce bozukluğu, zihniyetsizlik ve bunun yanı sıra eziklik. Sen ne dersen de artık. Ben diyeceğimi dedim.

Servet SAYGINOĞLU – Çarliston Biber Custin