28 Ağustos 2012 Salı

Düğün, Takı, Çeyiz


Yolcunun gelmesi güzel de, uğurlaması zor oluyor. Kimse gitsin istemiyoruz, ne yanımızdan, ne de hayatımızdan… İyi dilekler vardır içimizde, zaman zaman yolunu beklediğimiz, bazen ne yapsak da ulaşamadığımız. Evli evine, köylü köyüne muhabbeti son günlerde kafamda hem cirit, hem tur atıyor. Umarım Usain Bolt’a yetişir.

Aklım dü
ğünlere takıldı… Zamane düğünleri eziyetten başka hiçbir şey ifade etmiyor. Nikah masasında otururken bile istekler hala devam ediyor. Şu da bir gerçektir ki: “Evin eksiği hiçbir zaman bitmez.” Şu anda en zengin adamın evine gitseniz dahi bir sürü eksiğin olduğunu görürsünüz. Çünkü her insana göre kendi istediklerin olmaması o evin eksikliğidir.

Son zamanlarda bir duruma rastlamı
ştım; Yakında düğünü olacak olan kızın ağladığını gören bir arkadaşı, neden ağladığını sorar ve kız yanıtlar; “Nişanlım, istediğim oda takımını almadı, kendi annesinin beğendiğini aldı.” Şimdi böyle anadan da hayır gelmez, böyle bir şeyi dert eden gelin adayından da. Böyle şeyleri bile ağlama malzemesi yapabilecek duruma geldiler.

Kadınların ço
ğu, yeni ev düzenlerken “Nasıl daha kullanışlı olur?” şekilde değil, “Nasıl daha gösterişli olur?”şüncesiyle eşya alıyorlar. Misafir dediğin, sadece gözüyle görür. Ama sen yıllarca o eşyaları kullanmak zorunda kalırsın. Bozulduğunda ise isyan edersin. “Kullanışlı bir şey almadığım için böyle oldu” demek yerine “Malzeme bozuk çıktı.” diyerek aldığı eşyaya suç atar.

Bir de kafama takılan
şu takı töreni var. Ortam içerisinde takı takılmasından yana değilim, bazı aklı başında insanların uyguladığı yöntem var. Bunu herkese de öneririm. Örnek şu: Takı takmak isteyenlere zarflar dağıtılır. Hediyesini içine bırakan, gelip evlilerin masasına bıraktıktan sonra tebrik ederek yerine geçer. Hediye olarak kızıştırma olayı çok olur, bu da durumu olmayanları böyle ortamlarda kolayca ezer. Buna hiç gerek yok. Yazdıklarımın hepsini kafamda canlandırırken, düğüne gidip gelmiş kadar oldum valla. Öyle işte.

Servet SAYGINOĞLU – Düğün, Takı, Çeyiz

25 Ağustos 2012 Cumartesi

İki Ayaklılar

Güzellik yapmak gerek kendine… Elinden geldiğince tabii… Bunu kimsenin bilmemesi çok iyi olur. Bilirlerse o güzelliğine mani olmak için ellerinden geleni yaparlar. Kendine bile söyleme, sürpriz yap. Mutlu et kendini. Bir sürü mut olsun hayatında…

“Zevkler ve renkler tartı
şılmaz” diye bir şey var. Sorun da şu ki: Herkes bunun üzerine tartışıyor. Bir farklılaşma çabası var ki sormayın gitsin. Bu kadar da kepazelik olmaz. Şunu sevmiyorum”, “Şunu beğenmiyorum.” gibi cümleler kurarak dikkatleri üzerilerine çekmeye çalışırlar. Aptal olduklarının farkında değiller ama ben onları dinlemeye bayılırım.

Konu
ştukça batarlar, anlattıkça başa dönerler, biraz da olsa mutluyken; mutsuz bir şekilde kalkarlar masadan. Stres yaparlar, ertesi gün yüzlerinde bir sürü sivilce, sonra migren ve türevleri.

İnsan kendini lağım çukuruna atmak için ancak bu kadar zorlar. İsteyen istediğini bulsun. Ne hali varsa görsün ama etrafındakilerin bundan etkilenmesinden rahatsızım. Suçlu olana hak ettiği ceza verilsin, ama kurunun yanında yaş yanmasın. Yaş olan tam yaş olsun ki, ateşten etkilenmesin.

O kadar ucuz kuruntularımız var ki, sahiden gülünecek haldeyiz. Biraz sorgulamak aydınlatmı
ştır bizi, en azından sabah erken kalkınca, günün doğuşuna şahit olup, kendini tamamen güne adapte etmek gibi. Rahatsız olanı selam bile vermemeli. Bir de “Sevilmeyen biriyim.” Cümlesini söylerken bir tür büyüklenmeleri var. Neyin tavrıysa artık… “Amaaan sende her iki ayaklıdan insanlık mı bekliyorsun?” diyeceksiniz. Valla ne diyeyim. Siz de haklısınız.

Servet SAYGINOĞLU - İki Ayaklılar

23 Ağustos 2012 Perşembe

Anlatan, Rahatlar


Nereye gidiyorsun böyle? diye soruverdim yanlışlıkla… Anasından başladı, yedi ceddinin sorunlarını sıraladı bana. İş saati, öğlen paydosu… Vakit kısıtlı. Dinlesen bir dert, dinlemesen de bilinen insanoğlunun merakı işte.

Dinleyip durdum bir saat kadar…

Meğer anlatacağı ne kadar çok şey varmış. Aşık olup yüz bulmadığı komşu kızından, borçlandığı bakkala, memleketteki araziden, bir küp altın bulma hayaline kadar.

Kitap gibi sessiz oldum karşısında… Söylediklerinin hepsi kendi kendine dert ettikleriydi, halbuki gayet sakindi bunları anlatırken. Arada hararetleniyor, kola bitince meyve suyu alıyor, o bitince Ice Tea (Soğuk çay) nin gözüne vuruyordu.

Saate baktım, bir saat zaman dolmuştu. O da yeni sigarasını yakmış, paketinden uzatıyordu, almadım. Malum değiştirince boğazı tıkıyor. Bu da bizim avuntumuz tabi. İçtiğimiz sigara her zıkkımı yapıyor. Saatten on dakika kadar geçti, dert yakındığı biri aradı, düşman diye bahsettiği adamla sohbeti aniden canciğer kuzu sarması oldu. Usulca kalkıp iş yerine geldim. Mesaj atmış; “Sağ olasın, bundan sonra senden başka dostum yok” diye.

Bir saat içerisinde onun en yakın dostu olma sebebim şu oldu: “Onu ağzım kapalı bir şekilde dinledim, sözünü kesmedim. Anlattı. Rahatladı.” Bu kadar.

Servet SAYGINOĞLU – Anlatan, Rahatlar

17 Ağustos 2012 Cuma

Deprem ve Bayram Arası


Mektup neydi? Ben mektubu çok özledim. En kısa sürede, bir arkadaşıma mektup yazıp yollamak istiyorum. Söz uçar, yazı kalır, yolladığın mesaj da silinir. Ama mektubun yeri bambaşkadır. Herhangi bir tanıdığımıza yazma gereğinde bulunmasak da kendimize yazalım. Bugünkü ruh halimiz, bayram telaşımız, beklentilerimiz, içinde olduğumuz sıkıcı durumlar ve sevinçlerimizden bahsedelim satırlarda.

Geçmişten bugüne kadar sakladığımız onlarca eşyamız vardır. Onların arasında bu mektuba bir yer vermek zor olmaz sanırım. Hem de böyle bir günde. 17 Ağustos depreminin yıl dönümü ile bayramın arasında kalan bir günde. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe.” satırı güzel bir başlık olabilir yazınıza.

Yılbaşı arifesinde bir ileti yazmıştım. Bilenler bilir. Umarım bu dediğimi uygulamışlardır. 1 Ocak’tan başlayarak 31 Aralık’a kadar geçen 365 gün içerisinde “Bugün çok güzel bir gündü” dediğimiz günlerin takvim yapraklarını saklamak… Yıl bittiğinde biriktirdiğimiz takvim yapraklarını sayarak o yıl içerisinde kaç gün yaşadığımızın ortaya çıktığına değinmiştim. Umarım takvim yaprağı biriktirenler vardır.

Birkaç yıl önceki notlarıma, yazılarıma bakıyorum. O gündeki kendimi görüyorum. Zamanın ilerlemesi, kendimi ne kadar geliştirdiğim, neleri yitirdiğim, sevinçlerim, hüzünlerim“Neydim”, “Ne oldum”, “Daha ne olacağım.” gibi soruları getiriyor aklıma. Dünya düne göre daha kötü kalıyor hep, nüfus artıyor. Kalabalıklar içerisinde kimi zaman kayboluyoruz. Ya da kaybettiğimiz kendimizi o kalabalıklar arasında buluyoruz.

Bugün kısa bir süre dolaşmaya çıktım… Giyimleri, hali vakti yerinde olan insanların suratları daha asıktı. Benizleri soluk ve bir telaş içerisindeydiler. Bir yerlere yetişme çabası, alışveriş, huzursuzluk ve belirgin bir moral bozukluğu… Kimileri de kendine fazla vakit ayırdığı için sapıtır. Hayatın içerisinde vasatı yakalamanın faydaları saymakla bitmez. Ama iyilik ya da kötülük konusunda ortada olan, yalan olur. Yanından geçtiğimiz mekânlarda çoğunlukla kadın kadına sohbet edenler vardır. Nadir olur erkek erkeğe muhabbetler.  Kadın, bir arkadaşı ile sohbet ederken kocasından yakınabilir ama erkek asla eşinden yakınmasını bir arkadaşına anlatmaz. İçine atar. Belki de bu yüzden erkekler daha çabuk ölüyordur. Biriktirmekten.

Hepimizin rahatlamak için bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyarız. Erkek; rahatlamak için sevişmeye, kadın ise rahatlamak için sohbet edecek birine ihtiyaç duyar.

Bayram arifesine geldik. Temizlik işleri de bugüne kadar kalmaz. Artık baklava börek açanlar benim yerime de yesin bir şeyler. Bayramı bibaşıma geçireceğim. Kapımı çalan, eli boş gelmesin. Hadi kolay gelsin.

Servet SAYGINOĞLU – Deprem ve Bayram Arası

15 Ağustos 2012 Çarşamba

En Azından Adın Kalır


Zamansız olur hepsi, her yaşam bir gün bitecektir, engel olabilme şansımız olmaz ama uzatmak ya da uzun olması için elimizden gelen bir şeyler vardır. Sigara içmemek, alkol kullanmamak, spor yapmak, dengeli beslenmek, özellikle HORMONSUZ besinler tüketmek gibi…

“Zamanı yendim” diyen insanın alnı değil, her yeri öpülür. Zamanla güzelleşenlere laf yok tabi, çünkü ilerleyen zaman; verdiği güzelliği fazlasıyla geri alıyor. Biz sadece seyircisi olarak kalırız. Yönetmek çoğunlukla bizim elimizde, yani zamana oynamak… Saat hiçbir zaman durmaz. Saate göre kendini ayarlayan insan pekâlâ başarılı işler yapabilir.

Herkes gelir ve geçer dünyadan… Kimilerinin kırkı dolmadan unutulur, kimileri de hatırlandıkça kıymetlenir; Örnek; Sokrates ve saz arkadaşları olan Platon, Glaukon, Aristo ve daha birkaçı… Kısacası felsefenin güneşleri... 2400 yıl kadar önce yaşayan insanlar, bıraktığı eserler, düşündükleri halen okunup yayınlanmakta ve ders olarak verilmektedir. Neydi önemli olan?

Faydalı eserler bırakmak…

Evlenip yuva kuran insanın en önemli amaçlarından biridir neslini sürdürmek ama kalıcı şeyler bırakmayanlar kısa sürede unutulurlar. Büyük bir çoğunluğumuz şayet bir eser, hayrat vs. bırakmamışsa;  dedemizin babasının ismini bilmeyiz. Açık ve gerçektir. Bıraktığı bir şeyler varsa, özellikle üzerine ismini yazdığı bir eseri varsa yaşam içerisinde daima hatırlanır. Yüzyıllar öncesinde yaşayanları hatırladığımız gibi, Mevlâna’dan Fatih’e,  Atatürk’e, Napolyon’a, İskender’e ve daha onlarcasını hatırlarız. Büyük usta Müşfik Kenter yurdumuzun tiyatro ve sinema hayatına yaşadığı sürece katkılarda bulundu, öğrenciler yetiştirdi, yol gösterdi, yazdı, oynadı ve yönetti… Ruhu şad, mekânı cennet olsun… Gün gelecek ve unutacağız ama adı sonsuza kadar yaşayacak.

Sen insanoğlu,
En az bir eser bırakmak için yaşa ki;
Adının yazıldığı tek yer, mezar taşın olmasın…


Çalışan, çabalayan insan; emeğinin karşılığını gördüğü sürece yaptığı her işten keyif alır ve can sıkıntısını unutur. Bir şeyler yapmaya çalışın, normal günlük çalışmanın haricinde… Bir müzik aleti olur, resim çizmek olur, dil öğrenmek olur. Ne bileyim çok şey var. Uyurken yaşamayız.  Güzelim 24 saatlik günün 10 saatini ya da 8 saatini yastığa bağış yapmanın iyi yanını gören yok. Bunun için mutsuzluk var, can sıkıntısı var, bezginlik var, insanlara sataşma var, birilerinin keyfini kaçırmak var, arkasından konuşmak var, züğürt misali zenginin malından bahsetmek var… Daha neler var…

Eşek de akşama kadar yük taşır ve ahıra girer girmez kısa bir süre sonra uyur. Farkımız olsun, olmalı.

Servet SAYGINOĞLU – En Azından Adın Kalır

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Metrobüsbüs

İyilik yapayım derken iyice batırmak diye buna derler. Anadolu yakasından, Avrupa yakasına, aynı zamanda Avrupa’dan Asya’ya geçişte yıllarca sorunlar yaşandı. Ama bir şekilde insanlar evlerine ulaşabiliyordu. Geç oluyordu, biraz meşakkati vardı ama bir şekilde evlerine ulaşıyorlardı.

Metrobüsten bahsedildi, insanların gözleri parladı “Hayat bu işte” sözleri dolanıyordu insanların dilinde. “Allah sayın Topbaş’tan razı olsun” duaları artık kurutuyordu dilleri. Zamanı geldi ve açıldı. Normal otobüsler yine eski haliyle dolu ama metrobüste izdiham var.

İnsanlar ölüyor be!..

İnsanı aylarca aç bıraksınlar, metrobüse saldırdığı gibi ekmeğe saldırmaz. Mütevazi biriysen, sabahtan akşama kadar metrobüs beklersin. Binmek için illa birilerinin ayağını ezmen, ya da omuz atman, veya iteklemen yerek.  Yanlışlıkla ayağına bastığın insandan özür dilesen bir türlü, dilemezsen de arkandan yedi sülaleni sıradan geçirir. Öylesine kötü durumdayız ki; özür dilediğine pişman olursun. O saldırırcasına biniş esnasında insanların tahammülsüzlükleri had safhada oluyor. “Kör müsün kardeşim?” deyince, horraaa diye kavgaya tutuşuyorlar. Binen biniyor, bekle ki öteki metrobüs gelsin. Normalde 200 kişilik metrobüse 250 den aşağı insanın biniyor olduğuna kalıbımı basarım. Tek ayak üzerinde yolculuk ettiğimi bilirim. Bir ayağım havadaydı. Ama yerde olan ayağımın üzerinde de birinin ayağı vardı. Abartmıyorum. Bizzat yaşadım. Suratın cama yapışık gidiyorsun.

O kadar abuk sabuk şeye para harcanıyor ama söz konusu metrobüs olunca sayı yetmiyor. Sıkıntısını gören yöneticiler, illa kocaman metrobüsler eklemelidir diye bir kaide yok. Normal birkaç otobüs de eklenebilir.

Şimdi, “İyi mi oldu yoksa kötü mü oldu?” diye sorulursa; cevabı “Her ikisi de” olur. Metrobüs yokken insanlar semtinden uzak yerlerde iş bulma gereği duymazdı. Ama metrobüs çıktığından beri, Avcılar’da oturup da Kadıköy’de iş bularak koca mesafeyi severek kat etmeye başladılar. İyi olan buydu. Kötü olan ise, bizim halkın “İş yerim evime yakın olsun.” felsefesini çökerttiler. İşsizlikten…  “Amaaaan, ne de olsa metrobüs var. Sen işi bul, trafiğe takılmadan gider gelirsin.”

Ne de güzel gidip geliyorlar ama… Döven dövene, çarpışan çarpışana, bayılan bayılana, ezilen ezilene, sıkıştığı için ağlayan ağlayana…
Allah yardım etsin…

Servet SAYGINOĞLU - Metrobüsbüs

9 Ağustos 2012 Perşembe

İzmir Gavur, Kalan 80 İl Müslüman

Gavur falan filan hikaye…
Sizin gibiler varsın İzmir’i gavur olarak bilsin. Ama gidip kardeşliği, dostluğu, başkasının yüzüne atılan tokadı kendi yüzünde hissedecek kadar delikanlı İzmir’den öğrensin.

Dağdan ineni davul zurnayla karşıla. Yaralı askeri otobüsle yolla. “Çok da şeyimdesin” der gibi. Evine dönen gazinin biletini ise komutanları alıyor. Allah razı olsun. Karakola bakıldığında ise karakol değil, koyunların barındığı ağıla benziyor. Sözde biz buradayız hesabı. Orada askerlik yapan genç en fazla 12 aylık askerdir. Ama on sene boyunca o dağları didikleyen terör örgütü elemanı ise adım başı ayağına takılacak çalılara kadar ezberlemiştir oraları. Sen gel, daha ilk defa eline silah almış gençleri sür onların önüne. Ne de olsa analar bol bol doğuruyor.

Telefonlarımız dinleniyor; ülkenin futbol şikesini ifşa etmek için. Terör Örgütünün telsizleri de dinlensin. Ne güzel yaka paça yakalarsınız. Ama yok.  Başbakan röportaj yapılmadan önce soruları gazetecilerden alıyor. Gazeteci, eğer hayatını işsizler tayfasında geçirmek istemiyorsa Başbakanı zor durumda bırakacak sorular sormamalı. Sorular üzerinde düşünülüyor. Sonra basın karşısına çıkılıyor. Yani bizim televizyonda gördüğümüz kapıdan çıktığında gazetecilerin sorularını yanıtlaması falan tamamen kurgu. Kimler soru soracak, sıraları belirleniyor. Sonra kameralar açılıyor, gelip sırasıyla sorular soruyorlar.

2300 yıl kadar önce yazılan Platon’un “Devlet” kitabını yediden yetmişe herkes okumalı. Zaman değişmedi, her şey aynı. O zamanki düzenden, bugüne kadar. Söylemekten vazgeçtim, artık düşündüğümüz de suç oluyor. Nasrettin hoca kızını suya göndermeden önce dövüyor. “Testiyi kırdıktan sonra dövmemin ne anlamı kalır ki?” diyerek… Şimdi yolda yakalayıp bizi dövmeye de başlamak üzereler. Herhangi bir suçumuz olmadığı halde. “Neden dövüyorsunuz?” diye sorarsak; “Bize muhalif olduktan sonra dövmenin anlamı olmaz.” diyecekler.

Ekmek bulamayan pilav yesin. Adam neden gidip iki puaça çalıyor ki? Gidip bir cemaat evinin kapısını çalsaydı, doyururlardı karnını. Verilen 12 yıl hapis cezası puaça çaldığı için değil,  cemaate uğramadığı için. Yani tinerci olduğu için…

İzmir kadar birlik şehri yok ülkede… Yayılsın bu insanlık şelalesi. Üç kuruşa tenezzül etmesin kimse, yardıma koşsun. Söz konusu gavurluksa, size küçük bir örnek vereyim; “Şimdiye kadar 100 den fazla firmada çalıştım. Bir o kadar da patronum oldu. Bunlardan bir tanesi sahiden gavurdu. Ama onun kadar işçisine sahip çıkan, hakkını zamanında ödeyen. İşçisinin aile sorunlarına kadar ilgilenen bir tane patron görmedim.” Gavur örnek olsun müslümana. “Müslümanım” diyenin, Müslümanlıktan haberi yok. Cat Stevens, yani nam-ı değer Yusuf İslam durumu şöyle izah ediyor:

“Müslümanları görseydim Müslüman olmazdım, iyi ki İslamı Kur’an’dan öğrenmişim. İslam bağnaz bir din değil, tamamen bağnazlara karşı bir dindir aslında, fakat bugünün müslümanları ki ben onların müslüman olduklarına inanmıyorum, gözleri kandan başka bir şey görmeyen, islama ırkçılığı ve siyah perdeyi koyarak islamın hoşgörüsünü yıkan ve kendilerini kul olarak sanan ibadet düşkünlerine hiç inanmadım, ben sadece Kur'ana inandım, ve İslam'ı seçtim.”

İşte “Müslümanım” diyenler biraz Müslümanlığını yoklasın. İğne hafif kalır. Çuvaldızla yoklasın. Çok ucuz. 3-5 liraya almayanı dövüyorlar.

Servet SAYGINOĞLU - İzmir Gavur, Kalan 80 İl Müslüman

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Olimpiyatlar


“Karnelerimize bakıldığında hepimizin beden eğitimi dersi 100 üzerinden 100’dü. Olimpiyatlarda sonuncu oluyoruz, bu nasıl iş?” diye soruyorlar.

Niye soruyorsunuz ki, kendinize ve etrafınıza bakın bakalım. Karnede hepimizin notu en yüksekteydi ama beden eğitimi dersinde yapılması gerekenlerin hiçbiri yapılmadı. Kaç tane beden eğitimi öğretmeni müfredattakini olduğu gibi uygulamaya geçiyor? Nadirdir. Hem de çok nadir…

Benim öğrencilik zamanlarımda beden eğitimi dersinde ya futbol oynanırdı, ya da yoklama alındıktan sonra serbest bırakılırdı. “Gürültü yapmayın, okulun arka bahçesinde takılın. Sınavı olanlar varsa sınıfa geçip sessizce çalışsınlar.” derdi öğretmenimiz. Lise yıllarında basketbola fazlasıyla merak sarmıştım. Her beden eğitimi dersinde basketbol oynuyordum. Müdür yardımcısı da oynadığımı görüp, gelir topuma ambargo koyardı. Yeniden harçlıklarımdan kısıp para biriktirerek gider yeni bir top alırdım. Sırf bu yüzden 6 tane basketbol topumu aldı.  Lisedeki arkadaşlarım bunun canlı şahitleridir. Bir insanın bir şeyler yapmasına ancak bu kadar engel olunur…

Memleket yetenek kaynıyor kardeşim. Neler var neler… Sesi şu anda Bülent Ersoy, Işın Karaca’ya beş çekecek insanlar var, futbol konusunda Messi, Maradona’yı cebinden çıkaracak çocuklar var, espri konusunda Cem Yılmaz gibileri parmağında oynatacak insanlar var, koşuda Usain Bolt’a yetişecek insanlar var. Baskette Kobe Bryant’e kafa tutacaklar var. Var da var… AMA YALNIZLAR.

Aileler bu yetenek sahiplerinin önlerini tıkamak için ellerinden geleni yapıyorlar. İlk olarak kendimden bilirim bunu… Yapmak istediğim onlarca şey vardı, hiçbirini yapamadım. Memleketimde yaşıyor olsaydım, kitap yazmama bile izin vermezlerdi, sabah uyandığımda annem ya da babam bilgisayarımı, defterlerimi sobaya atmış olurlardı. Bu düzen hep böyle işliyor.

Şu anda bir şeyler başaran insanların hepsinin ardında aile desteği var. Aile desteği olmayan hiçbir başarılı insan yoktur. Başarılı olmak isteyen, aile ve bulunduğu toplumun engeline takılan kişi; ya vazgeçmelidir, ya da diyardan gidip kendi başına dilediklerine ulaşmalıdır. Bunun başka alternatifleri yok.

Yeminler ediyorum; evlatların önündeki engelleri kaldırmış olsalardı, Türkiye’den Londra’ya giden yarışmacıların HEPSİ, HER SPOR DALINDA; ALTIN, GÜMÜŞ VE BRONZ MADALYALARI HİÇBİR ÜLKEYE KAPTIRMAZLARDI. Bu kadar da kati konuşuyorum. Ülkemizde o kadar güzel yetenekler var ki… Şu anda toplum önündeki yetenekler, güya “Kendi alanımda en iyi benim.” diyenler, bahsettiğim şartlarda en sonuncu olurlar. Ama kara düzen öten kafaların, notalı şekilde ötmelerini sağlamak kolay değil. Öttürebilene helal olsun.


Servet SAYGINOĞLU – Olimpiyatlar

7 Ağustos 2012 Salı

Çıkarma, Çarpma, Bölme!

Çocukların hayallerini ellerinden alamazsın. Almaya kalksan, başına mutlaka bir şeyler gelir, hatta elin kırılır. O hayalleri almaya çalışan ellerin… Zarar vermek istiyorsan istediğin kadar kendine zarar verebilirsin. Ama bir başkasına zarar vermene ne izin veririm, ne de tahammülüm olur. Yani durum “Ne halin varsa gör!”e geliyor. Söylüyorum, anla.

İçimizdeki sevgi ve öfke çoğu zaman birbirine karışıyor ve saçmalıyoruz. İkindi uykusundan uyanıp sağa-sola bön bön bakarak, önümüze gelen çorbayı yudumladığımız anda “Tuzun içinde neden çorba yok” dememiz gibi. “Çorbanın içinde neden tuz yok?”  diye sormak yerine…

Uludere depremi oldu 5.3…
Büyük geçmişler olsun insanlığa ve orada yaşayanlara. Şu yorum yazma olayı dediğimiz durum. “El alemin ağzı çuval değil ki büzesin” olayından ibaret. Herkesin, her şey hakkında yorum yapması kaçınılmaz bir halde. Herkes her şeyi biliyorum havasında olduğu için bilmiyor oldukları konularda da ısrarla konuşarak altta kalmama gereksinimi duyarlar. İyice rezil olmuşlardır ama bunun farkında olamayacak kadar ahmaklar.Sanal haber platformlarında olan depreme karşı yapılan yorumları görünce insanların ne kadar zalim, ne kadar rezilce duruma düştüklerini gördüm. “Beter olsunlar.”,”Şehitlerimizin kanı yerde mi kalacaktı.” ,“Allah’ın sopası yok ama depremi var.” “Keşke 10.0 şiddetinde olsaydı.”

Merak etmiyor değilim. Bu tür yorumları yapanları yetiştiren aileler nasıl ailelerdir acaba? Ne tür kitaplar okurlar, nerede ne yer, ne içerler diye düşünüyorum. İnsan, insanlığından çıkmak için ancak bu kadar çaba gösterebilir. Bunca günahsızın suçu nedir kardeşim?

Vizyonları o kadar dar ki, “Doğu”, “Güneydoğu” deyince akıllarına sadece terör geliyor. “Hepsi yerin dibine batsın” diyorlar. Şimdi kibrit çöpüne düşman olan kişinin, öfkesini ormanları yakarak gidereceğini düşünmesi ne kadar akıl işidir? Tekdüze çalışan beyinlere yazık. Ülkeyi bölen bölene… Tek bir çatı altındaydık, mutluyduk. Bir aile sofrasında oturuyorduk tüm ülke olarak… O kadar nifak soktular ki, şehirler değil, aileler de bölünmeye başladı. Başkalarının galeyanına gelerek ne de çabuk uzaklaşıyoruz sevdiklerimizden… Ne durumda olduğumuza bir bakalım.

Ülkemizdeki insanlar artık nereli olduklarını da kabul etmez oldular. Bir iki tane kütüğün, o memleketin adını kararması sayesinde… Adam Giresun’luyum diyemiyor. Bulancak’lıyım diyor. Sakarya’lıyım diyemiyor, “Hendek’liyim” diyor. Ve daha bunun gibi onlarcası… Bu kadar bölecek duruma geldiler işte. Yakında şu memleketin, şu ilçesinin, şu mahallesindenim diyecekler. Konutlar arası bölünmeye kadar gidiyor. Bölmeye, bölünmeye giden yolunuz açık olmasın.

Servet SAYGINOĞLU - Çıkarma, Çarpma, Bölme!

5 Ağustos 2012 Pazar

BIÇAK KEMİĞİMİZİ KIRDI!


Şehit haberleri rutin hale geldi. “Olacak şey değil?” diyorum ama oluyor. Ne günlere kaldık??? Ne de olsa analar bol bol doğuruyor. Öldürün gitsin. Öyle mi?

Ne anlayacaksın şimdi söyleyeceklerimden? Artık ne yapmamız gerekiyor onu söyleyin?  Çözüm çözüm çözüm arıyoruz. Aramalılar, bulmalılar. Devletin başına geçmek kolay değil kardeşim. Bunun gerektirdikleri var. Kimse kalkıp da
“Ellerinden geleni yapıyorlar.” demesin. Buna 0-6 yaş gurubu da inanmaz.

Gözlerimizin önünden kayıp gidiyorlar. Nasıl bir insanlıkları var bunların? Kimi, nereye gönderiyorsun? Şimdi analar;
“Oğlumuzu ölüme gönderiyoruz” şeklinde mi çocukları askere uğurlasınlar?

Şimdi sorulsa
“Kim öldürüyor bu gençleri?” diye… Ben “Hükümet” diyorum. Her bir asker için ne kadar ceza çekmeleri gerekiyorsa çeksinler. Hem bu dünyada, hem de öteki dünyada… Kimse de hakkını helal etmesin bu ölüme yollayanlara.  Lanet mi edersiniz, muska mı yazarsınız, büyü mü yaparsınız... Ne yaparsanız yapın. Ama bu hükümeti ortadan kaldırın. Rutin hale gelecek en son şey ölümdür. Ama bizim ülkede her şey tersine olduğu için rutin olan şeylerin başında “Asker katliamı” geliyor. Sonra töre cinayeti, sonra ebesinin nikâhı geliyor vs. vs. vs.

Bıktık, usandık beeee! Bıçak kemiğinize dayanmadı, kemiğinizi de kırdı, hatta kafanızı bile kopardı… Neyi bekliyorsunuz? Ben size beklememenizi öğretiyorum. Tahtayı seyredenler değil, ders alanlar olsun başımızda…


Servet SAYGINOĞLU – BIÇAK KEMİĞİMİZİ KIRDI!

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Sakin Kafa

Hepimizin başına birçok olay gelir ama çok az kişi bu olaylardan ders alır.

İnsanların büyük bir çoğunluğu dünyaya çalışmak için gönderilmişler. Dünyaya geldikten belli bir süre sonra akıl baliğ olurlar. Bu çağa geldikleri fark edildiğinde mutlaka bir meşgale bulur ve ömrünü onunla sürdürmesini sağlarlar. Gözlerini açtığında askerlik vakti gelmiştir. Yalnız başına kaldığı uzun zamanlar olur. Gerek askeriye bahçesinde oturarak, gerekse nöbetteyken… Bu boş vakitler, onun için düşünüp sorgulama zamanı olur.

- Dünyaya niye geldim?
- Ne işe yararım?
- Buradan çıkınca ne olacak?
- Acaba askerliğimi sağ selamet bitirebilecek miyim?
- Ya sevdiğim kızı ben gidince evlendirmiş olurlarsa?


Tabi bunlar başlangıç soruları… İnsan yalnız başına kaldığında, doğduğu günden, öleceği güne kadar adım başı ne yapacağına dair liste çıkarır. Söz konusu askerlik değil. İnsanın kendi ile baş başa kalıp muhasebe yapmasıdır. Muhasebenin olmadığı bir hayata hayat denmez. İnsan, akşam olunca kümesine giren tavuktan farkının olması için bir şeyler yapmalı…

Zaman ayırmak…  Günlük en az yarım saat kadar insan kendi başına bir yerlerde oturmalı, yanında bir defter olmalı, saçma da olsa bir şeyler karalamalı, eşek, kaz, tavşan resmi çizmeye de çalışabilir bu esnada…

“Kafamı dinleyeyim” diye bir şey yoktur. “Kafamı dinlendireyim” vardır.

Her insanın kendine göre dinlenme yöntemleri var. Kafa yorgunluğuna uykunun çare olmadığına inanırım. Ayaklarını uzatarak kitap, dergi sayfaları çevrilebilir mesela… Sıkıntılı insanın kitaplara sarılmasını önerme sebebim ise şudur: Hepimizin kafasında yüzlerce sorun var. Soru işareti var, ünlem var, virgül var… Bunları bir süreliğine de olsa unutmamızı sağlar kitap okumak. Çünkü okuyunca gerçek hayattan koparır bizi. Okuduğumuz yazının âlemine dalarız. Romanın kahramanı olarak yaşarız, yaptıklarını kendimiz yapıyormuşuz gibi hisseder, onunla güler, onunla ağlarız. “Ders almak” anlamında okuyan kişi, çok şey öğrenir.

Öğretmen, ders sırasında tahtaya sorular ve çözümlerini yazar. Bütün öğrenciler tahtaya bakıyor ve öğretmeni dinliyorlardır. Fakat sınav zamanında hepsi aynı puanı almazlar. Başarılı olanlar; tahtaya yazılanlardan ders alan, başarısız olanlar ise tahtayı seyredenlerdir.

Bugün Pazar. Hadi kafanızı dinlendirmek için birkaç seçenek bulup uygulamaya geçin. Kolay gelsin.

Servet SAYGINOĞLU – Sakin Kafa

2 Ağustos 2012 Perşembe

Üretken Toplum

Dört duvar arasında konuşulan şeyleri dışarıda anlatan kadından da hayır gelmez, erkekten de... Konuşulanlar akılda kalmalı ama akılda kalanların dil ile irtibatı tamamen koparılmalıdır.

Ailesi ile ilgili olay ya da durumları dışarıda anlatanlara hiç anlam veremiyorum. Madem her şey uluorta yaşanacak, o zaman dört duvar kavramı neden var?

Hayvanların öyle bir derdi yoktur, düşünmedikleri için. Düşünebilen hırsızlık da yapar, dedikodu da yapar, yemek de yapar, füze de... Yani üretkendir.

Üretken dedim de aklıma geldi…

Her insanın bir şeylere temayül etme kabiliyeti vardır. Eğer bu kabiliyetini kullanmazsa, ya da üzerinde uğraşmazsa yok olur gider. Bu uğraş verecek zamanı yapmak istediği şeye veremezse ne yapar?

- Okulundan tat almaz.
- Arkadaş ortamı onun için her şeydir. Aileden bile önce gelir.
- Nerede akşam, orada sabah…

“Ben her şeyi hatalarımdan öğrendim.


Hata yapmayan kişi; bir şey yapamayacağı için zamanını kahve köşelerinde okey oynayarak, sokak kuytularında arkadaşlarıyla bir araya gelip belden aşağı sohbetler yaparak, ya da birilerine laf atıp biber gazı yiyerek ve bunun gibi binlerce türden şeylerle geçirir.

Yetenek, hepimizde vardır. Ama üzerinde uğraşmadığımız sürece ve aile bireylerimiz bu anlamda arkamızda olmadığı takdirde birer kütük olarak ömür sürdürmüş oluruz. Bu tip ebeveynler de kütük olarak yaşamlarını sürdürürler. Kendi babalarından öğrendiklerini de çocuklarına empoze ettikleri için küllün küllü zarar yaşamları olur.

Doğru bir şey yaptığına inanan kişi: ailesini de, toplumu da umursamasın. Bir yerlere gelebilmiş birçok insan tanıyorum. Hepsi ailelerini, dostlarını ellerinin tersiyle iterek bugünlere gelmişler. Güzel günlere geldiğini gören aileler ve çevredekiler onları sonradan benimsemeye başlamış ve kendi cahilliklerini önüne gözyaşı olarak sermişler. Bizim toplumda nasıl üretken olunur?

“Etraflıca düşündükten sonra doğruluğunu kabul ettiği yoldan, kimseyi umursamadan yürüyerek üretken olunur.” Dedikodu üreteceğine, aile içerisinde konuşulan şeyleri dışarıda birilerine anlatacağına, işten gelir gelmez yemek yiyip sızacağına, ya da kumar oynayıp gece yarısı eve geleceğine, hazır yiyeceğine bir şeyler yap. En azından kendi yemeğini yap.

“Zaman değerli. Bugün tarlana ektiklerin, yarın sofranda olacak.” Kuru ekmeğe muhtaç olmak mı istersin? Yoksa üç çeşit yemek+çorba+salata+tatlını yedikten sonra ailecek arabaya binip sahil kenarına giderek keyif yapmak mı istersin? Buyur hadi, seç birini… Seçtiysen üret. İstediklerine ulaşmak için önce yol yapmakla başla.

Servet SAYGINOĞLU - Üretken Toplum

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Din Modası

Hükümet dediğin halkı kalkındırmak için seçim zamanında yüzlerce, hatta binlerce vaat verir insanlara. Vaatlerin kaç tanesini yerine getirir? Beş yüz taneden, bilemedin beş tanesini... Geriye kalana ne denir?

-“x= palavra üzeri bilmem kaç.Türkiye’de halk dediğin, koyun sürüsü. (Kurusu fazla olduğu için yaşlar da yanında yanıyor ister istemez. *Kuruları ıslatmaya çalışın.)

Denize düşenin boğulduğunu görenler, denize atlayıp boğulan kişiyi kurtarırdı. Şimdi ise boğulma anını telefonlarına video olarak yüklüyorlar. Bir araç kaza yapıyor, içerde ağlayan, inleyenler var; kapıyı açıp kurtarılmayı bekliyorlar ama kimsenin kapıyı açmak gibi bir şey aklına gelmiyor, fotoğraflamaya devam. Aynı şekilde yolda bir insana, ya da hayvana araba çarpıyor; 112 acili aramak için değil, fotoğrafını çekip tvitır, ya da feysbuk gibi sosyal medyada ilgi uyandırmak için telefonlarını ceplerinden çıkarıyorlar.

Türkiye’nin %90 ının kimliğine baktığınız zaman hepsinde “Dini: İslam” yazıyor.

Söyle bakalım; Senin İslam dediğin neyi emrediyor? Yoksa yeni peygamber gelip de ayetler mi sundu?
Mesela;

“Oruç tutmayanın katli vaciptir.”
“Darda kalana değil yardım etmek değil, küçümsemek sevaptır.”
“Düşene bir tekme de sen vur. Hatta üzerine bas, bir ayağını da sen kır. Sevaptır”
“Paspas ya da halıları alt komşunun yeni serilmiş çamaşırlarının üzerine çırparsan, dünya ahret cenneti yaşarsın.”
gibi maddeler mi var?

Ben göremedim. Modayı takip etmiyorum, yeni çıkan din modasını. Benim bildiğim dinde böyle şeyler yoktur. Olmayan şeyi din diye savunanın katli vaciptir ama… Bu da benim fetvam olsun.

“Kimseden kimseye hayır yok.” diyen kişi inşallah dar gününde de hayır görmez. Ben kalkıp da “Kimseden kimseye hayır yok” demiyorum. Çünkü benden hayır gelir. Hayır işlerim. İşlediğim için de hayır görüyorum şükür. İnsan önce kendine baksın. Memleket kötü olmuş, her şey berbat olmuş diye bir şey yok. Sana ne memleketten. Sana ne herkesten!!! Kendi çorbana bak sen. Ailene, çoluk çocuğuna bak. Verebileceğin en güzel terbiyeyi ver. Daha 3 yaşındaki çocuğa “Amcaya piç de” demeyi öğreten kişi, piçin ta kendisidir.

Her şey yerli yerinde duruyor. Kötü olarak gördüğün, kötü baktığındır. Sen kendini düzelt, en azından neslin düzgün olsun. Şimdi amcanın, dedenin anlattığı islamla değil, okuyup araştırdığın İslam ile yaşamayı öğren. İslam dininde, din tacirliğine yer yoktur. Meyveyi isteyen dalından toplasın, kimsenin çiğnemiş olduğunu yemek akıl işi değildir. Hacı Bektaşı Veli’nin dediği gibi: “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Çıkın artık şu lanet karanlıktan. Okuyun, yaşayın, tecrübe edin. Gözlerinizle görün ama seyirci kalmayın.


Servet SAYGINOĞLU - Din Modası