29 Temmuz 2012 Pazar

Haftaya Başlangıç

Kirlenen elbise yıkanıp ütülendikten sonra ilk hali kadar güzel olmasa da insan içine çıkıp dolaşmaya yetiyor. Kafamızda milyonlarca kötü düşünce var. Pazar günlerinin çamaşır günü olduğu aşikar. O zaman kem düşüncelerimizi ve anılarımızı da çamaşırlarla birlikte yıkayıp ütüleyelim. En azından insan içine çıkmaya yetecek seviyede olurlar.

Günlerden pazar olunca, kafam da pazar yeri oluyor bazen. Binlerce satıcının sesleri dolaşıyor içinde, hangisini dinleyeceğimi bilemiyorum. Ya iyi de, alışveriş yapasım yok. O nedenle onların her sözü bana serenat gibi geliyor.

Pazar yerlerini hem sevdim, hem de hiç sevemedim. Çünkü nankörüm. Ancak bir şeylere ihtiyaç duyunca gözüme güzel görünmeye başlar. Güzel gördüğüm aslında pazarın güzelliği değil, ihtiyaçlarımı almanın güzelliğidir. Bulunduğum semtte Pazar bile yok. Beş sene kadar İkitelli’de yaşadım. Bir Pazar Pazarı vardı ki, yaklaşık bir kilometre. Fare ilacı tacirinden, en taze yemişlere kadar ne ararsan bulabiliyordun. Güzel tarafı meyve türü şeyleri buzdolabına göre alıyor olmanın yanı sıra yolda eve gidene kadar yiyeceğimizi de ayrı almaktı. O bizim yol hakkımız olurdu, artık mevsimine uygun ne varsa.

Zaman değiştikçe insan mı değişiyor? İnsan, zamanı mı değiştiriyor?

Nerede ne kadar kalacağını hiçbir şekilde tahmin edemiyorsun. İnsanoğlu kuş misali değil bazen uçak misali birkaç saatte dünyanın öteki ucuna göçebiliyor.  Göçmeleri hep istemişizdir. “Alıp başımı gitmek” diye bir durum var hepimizin kafasında. Gitmek güzel de, nereye gitmek? Gitmenin kalanları unutturacağını zannederiz güya. Unutulmaz ama ilk acı gibi de kalmaz. Zaman, ilaç mıdır? Yoksa zamana ilaç dediğimiz için mi faydasını görürüz?

Kısacası “İlaç olarak gördüğümüz her şeyin faydasını görürüz.” Kimine göre kavga etmek rahatlamasını sağlayan tek şeydir. Kimine göre de deniz kıyısında kitaptan ya da dergiden sayfa çevirmek…

Emin olduğumuz bir şey var. O da şu: Kafa sayısı kadar düşünce sayısı var. Kimse kimsenin aynısı değil. Her insanın yürüyüş şekli kendine özgüdür. Zaten uzaktan gelenlerin yürüyüşüne göre kim oldukları belirlenir. Görüşlerimizde destekçilerimiz vardır elbet. Onlar da aynı şeyi söylemek isterler ama farklı cümlelerle anlatırlar. Kimse noktası virgülüne aynı cümleleri hiçbir zaman kurmaz. Dil dediğin herkese ihtiyacı kadar kelime ve cümle kurma şekli sunuyor.

Kafamın Pazar yeri olduğunu birbirinden farklı şeylerden bahsederek açıkça belirtmiş oldum. Yeni bir gün doğacak yine, yeni bir sabah ve tertemiz kıyafetler. O zaman hafta da bir kez de olsa, kirli düşüncelerimizi çamaşır makinesinde yıkayıp, kuruduktan sonra ütüleyerek pırıl pırıl bir şekilde yeni haftaya başlayalım. Güzel haftalar olsun.

Servet SAYGINOĞLU – Haftaya Başlangıç

27 Temmuz 2012 Cuma

DilenmeSanatı


Sanat ile ilgileniyorsan, başkasının sanatını değerlendirmek seni sanatçı değil, taklitçi yapar. Yapman gereken şu: Yaratıcı olacaksın. Bugün radyoda Barış Manço'nun "Yaz dostum" şarkısını dinledim. Söyleyen Nev'di ama... Açık ve net söylüyorum: "Güzelim şarkının içine etmiş." Sanat ile ilgileniyorsan üretken olacaksın kardeşim! Alıntılarla yaşamayacaksın. Yani güzelim müzikleri yozlaştırmayacaksın. Ali'nin şarkısıysa, Ali söylesin. Veli'ninse Veli. Bir de Erkin Koray'ın "Çöpçüler" şarkısı var ki, resmen sakız olmuş. Seslendirmeyen sanatçı (!) kalmadı.

Geçenlerde vapurla Kadıköy'den Beşiktaş'a geçiyordum. İki tane üniversite öğrencisi aniden gitarlarını çıkarıp "Çöpçüler" şarkısını söylemeye başladılar. Şarkının yarısında bir tanesi gitarını bırakıp eline çantasını alarak koltuklarda oturan insanları sırasıyla dolaştı "Bize yardım etmek ister misiniz?" diyordu ve cebinden bozuk parayı çıkaran çantasına atıyordu. Sıra bana geldi. "Bize yardım etmek ister misiniz?" dedi. Baştan ayağa süzdüm çocuğu. Adidas ayakkabılar, Ray Ban gözlük Mavi marka pantolon vardı üzerinde... "Neyinize yardım edeyim?" dedim. "Biz sanat yapıyoruz" dedi bana.

"”Çaldığınız müzikte size ait bir şey görmedim. Üç tane ritim ile bir şarkı söylediniz. Gitardan hiç anlamayan biri çıksa bir hafta içerisinde “Çöpçüler” şarkısını rahatlıkla seslendirir.  Sanat yapıyorsan; güftesi de, bestesi de sana ait olacak, işte o zaman emek verdiğini düşünürüm. İnsanları sömürmeye utanmıyor musunuz?“” dedim, o sırada yanımda ve karşımda oturanlar lafa daldılar. İyice yerin dibine soktular delikanlıyı. Şarkı söyleyen çocuk da durdu ve beraber vapurun alt katına indiler.  Zaten böyle yanlış durumlarda kimsenin sesi çıkmaz, ta ki itiraz eden birini görene kadar. İşte o anda cümbür cemaat saldırırlar. Barutu ateşleme hesabı.

Para kazanmak; şerefsizler için çok kolaydır.

Dilenciye para verilmez! Bu yaşıma kadar bir tanesinin bile dilenciliği bırakıp, meslek sahibi olmaya karar verdiğini görmedim. Ya da kazandıklarını biriktirip kendine ev, araba, ya da herhangi bir şey alıp artık dilencilikten vazgeçtiğini… Cebinden bir deste 200 lira çıkar. Bir tanesini kendine al, ötekileri de dilenciye ver bakalım. Elinde kalan son parayı da istemezse adam değilim! Ne zaman doymuşlar ki.

Şimdi o çocukların üzerindeki kıyafetler aklıma geldiğinde düşünüyorum. Acaba bu kıyafetleri satın alana kadar kaç kişiyi “Sanat yapıyoruz” diye kandırdılar… Fiyakalı dilenciler işte. Üstü başı temiz dolaşarak güya “dilenci değiliz” görüntüsü sergiliyorlar. Olayın parasında pulunda değilim. Sahiden sanat yapıyor olsalardı, destek verirdim. “Belki albüm yapmak için para biriktiriyorlardır” düşüncesiyle. Ama nerde…


Servet SAYGINOĞLU - DilenmeSanatı

26 Temmuz 2012 Perşembe

Çiğ Dünya


Zararı vermek isteyen, kendine versin. Bir hal görmek istiyorsa en beterini görsün. Ama zararından bir lokma da olsa kimseye ikram etmesin!

Hiç kimse olduğu yerde kalmıyor. Zaman akıp gidiyor insan ile birlikte… Gelmemek gibi bir şansı yok nasılsa. Ya arkadan geliyor, ya da önden gidiyor bazıları. Ne mutlu, zamana yoldaş olana…

Git deyince gitmez, kal deyince kalmaz bir dünya. Yürüyoruz çoğu zaman eller ceplerde. Kimi bahçe-tarla derdinde, kimi nereyi yakıp satsam; kimin ocağını söndürsem derdinde… Ama sorun da şu ki: herkes sadece kendi derdinde… Niye?

Bir cihette buna katılabiliriz. Kendi derdini sorununu unutup da başkasına dil uzatacağına kendi derdine düşsün. Öteki cihette ise kendi karnını doyurma keyfiyle açın halinden anlamayıp yan gelip yatması… Burada kendi derdine düşmemeli, karnını doyurdun. Mutlusun, nefsin de azdı tabii. O zaman hatırlamazsın kimseyi.

Yeri geldiğinde “biz de insanız” demeyi iyi biliyoruz. Doğru, hepimiz insan olarak yaratıldık, insanız. Ama ne kadar? (…)

Soralım o zaman;
Kaç tane dostumuzun başarısına sevindik?

Kaç tane yeğenin, akrabanın bir iş başarması isteği sırasında ona “Sonuna kadar arkandayız, yürü koçum, madem istiyorsun: yap. Dünyanın sonu değil ya. Yanlış olsa da olur, yeter ki yapmaya çalış.” Yapamazsan da yanlışın nasıl yapıldığını öğrenir, bir daha aynı tufaya düşmezsin. Değil mi?

Kaç tane tanıdığımızın iyi bir şey yapmak istediğinde yanında olduk? “Bir ucundan da ben tutayım, belki yardımım dokunur” diye. Yahu biz neredeyiz???

Akşama kadar çalışıp didiniyoruz. Tamam, haklıyız. Yoruluyoruz çünkü. Akşam eve gelmenin bir manası olmalı. Daha paydos saati gelmeden “Eve gidip de yatayım yatağıma?” diyor birçoğumuz. Sadece çalışmaktan mı ibaretsin? Başka hiçbir işe yaramaz mısın? Hiçbir şey bulamıyorsan bile memleketini tanı, 50 yaşına geldiği halde memleketinin hangi yemeklerinin meşhur olduğunu bilmeyen milyonlarca insan var. “Bana memleketinden bahset? Sizin orada, ne yer, ne içerler?” diye sorunca ahret sorusu sormuş gibi bön bön suratına bakıyorlar insanın.

Biraz da olsa kültürünü araştırmalı insan, kimiz, neyin nesiyiz? Atalarımız kimmiş? Nasıl yaşamışlar, gelenekler neymiş? Ne yer, ne içerlermiş? Ve bunun gibi binlerce soru çıkarabiliriz karşımıza.

Hiçbir şeyden habersiz bir toplumun aklını elinden almak iki tane “inşallah”, iki tane “Maşallah” sözüne bakar. Gafil yaşamanın ezikliği buradan peyda oluyor. Din silahını kullanarak.

Şimdi az buçuk kültürlü bir insan, insanlığını bir kenara bırakarak eline üç beş parça eşya alıp bu kültürden yoksun insanların yanına gidip bütün yastık altlarını boşaltabilir. İnsanlardaki bu eksikliğin farkında olduğum için bu zayıf noktayı kullanmayı düşünürsem, yani şerefsizlik geçerse aklımdan, bir aya kalmaz altıma jeep çekerim.

Niye mi yapmıyorum? Biraz da olsa insanların zaafından faydalanmamam gerektiğini düşünecek kadar vicdanım var. Fazla da bir şey değil. Geçen kulağıma geldi: haberini alınca çıldıracak gibi oldum…

Evin kız çocuğu kitap okuyor diye şiddet görüyormuş. Bir konuda konuştuğu zaman ise “Sen bunları hep o kitaptan öğreniyorsun değil mi?” diyerek kitaplarını çöpe atıyorlarmış. Bir güzel de dayak yiyormuş üzerine. Fetva emini olsam: “Bu aile bireylerinin katli vaciptir” derim. Korkudan evinde kitap okuyamıyormuş. Düşünsenize, nasıl insanlar var toplumumuzda? Tebrik edeniniz çıkmaz. Bundan şüphem yok.

Lafı fazla uzatmadan size şunu söyleyeyim;
“İnsanların çoğu, bok üretmekten başka hiçbir işe yaramıyor.” Yani, küllün zararlar. Onları kazanın. Bir insana bile yardımcı oluyorsanız, bir kitap bile okutma şansınız varsa, bunu kullanın. Yapın. En azından yaşanmış şeyleri okudukça doğruları bulup hayatlarına yansıtırlar.

Zarar veren kendine versin ama bunu insanların önünde değil, kendi içinde yaşasın. Kimse örnek almasın. Kolayı çiğler sever. Çiğlerle dolu dünya, yakın, pişirin onları!!!

Servet SAYGINOĞLU - Çiğ Dünya