30 Haziran 2012 Cumartesi

Kaybolan Cevaplar

Unutuyoruz dünyanın üzerinde yaşadığımızı, her an kıyafet değiştirir gibi üzerinden bizi çıkaracağını unutuyoruz. Uyunmuyor, yorgunluktan değil, soruların her gün artmasından, cevapların saklambaç oynamasından. Artık “elma” deyince çıkmamasından uyunmuyor. Eskisi gibi bahçe kapısının ardında saklanmıyor, elimizle bırakmış gibi bulamıyoruz onları... Gözlerimizi uykuya kapatınca, onlar yol almaya başlarlar. Sabah olur ve uyanırız, "elma" dediğimizi ancak kendimiz duyarız. Aradığımız cevaplar; o zaman onlarca şehir yolu kat etmiş olurlar. Ne feryadımızı duyarlar, ne de âhımız yetişir onlara...


Servet SAYGINOĞLU – Kaybolan Cevaplar

29 Haziran 2012 Cuma

KUKLA


İçinde yer aldığımız bir hayat var, hayatın bizim hayatımız olduğunu bilene kadar yaşın kemale erdiğini görüyoruz. Şimdiden kemale ermiş gibi yaşayalım o zaman. Biz olalım, kendimiz olalım. Bir insandan görüp, beğendiğimiz bir kıyafet, tavır, davranış, yemek yeme şekline kadar… Hatta bununla ilgili bir söz var “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” diye. Bu cümle tamamıyla bunu açıklıyor. İnsan yoğurt yeme şekli ile yiğitlik sıfatını kazanıyor. “Benim yiyişim böyledir arkadaşım” gibi bir cevap verir karşısındakine. “Fakat şu var: benim gibi yersen, yiğit olamazsın.” Çünkü o benim yiyiş şeklimdir. Bana özgüdür. Yaşımız kaç olursa olsun, hesaplayalım ne kadar kendimiz olduğumuzu… Aile bireylerinden, toplumdaki ileri gelen insanlara kadar… Herkesin yüzünde birilerinin izleri var. Herkesin hayatında birçok insanın eli var. Yemek olan insanda, onlarca çeşit katkı maddesi var. İnsan da bir yemektir o zaman. Hem de türlü yemek. İçinde bir sürü sebzenin, tuzun, biberin olduğu…

Hayatımızın içine bir bakalım. Yaşınızı umursamadan; kaç defa “elalem ne der” klişesini umursamadan giyindiniz? Ya da salıncağa bindiniz veya yakar top oynadınız ve ip atlayan çocukların arasına girip siz de ip atladınız??? Sorular cevapsız kalıyor değil mi?

Bir de şu taraftan saldırayım…

Birkaç sene önce vefat eden bir yakınınızın ismi her gün evdeki sohbette geçiyor mu? Bunun cevabını ben vereyim. O insanız söyle hatırlarsınız: kendine özgü bir davranışı varsa… Yemek yeme şekli, sofraya oturuş şekli, hangi yemeği sevdiği, ya da bıraktığı bir eser gibi… Bunlar ancak hatırlatır, YANİ YOĞURT YİYİŞ ŞEKLİ.  Harici durumlarda kimsenin umurunda olmaz. Dinimizde bile üç günden sonra herkes hayatına devam etsin diye geçiyor. Çünkü hepimiz ölümlüyüz.

Çok boğuyoruz kendimizi, kalıplar arasından çıkamıyoruz. Bir de gelenekleri din diye savunan bir toplumun içinde yer alıyorsanız hayatınızı dünyaya geldiğiniz anda kaybetmeye başlarsınız, her gün birkaç kez ölürsünüz. Yetmez, eziyet çekersiniz, her zaman el kuklası şeklinde bir yaşamınız olur.

Eve gelirsiniz, ebeveynlerin kuklası. Ebeveynler, geleneğin kuklası.
İşe gidersiniz, patronun kuklası. Patron, paranın kuklası.
Okula gidersiniz, öğretmenin kuklası. Öğretmenler de milli eğitimin kuklası,
Camiye gidersiniz, hocanın kuklası. Hoca ise diyanetin kuklası…

Kukla olmaktan iki şekilde çıkış vardır… Onu da sizin aklınıza bırakıyorum. (…)

Servet SAYGINOĞLU - KUKLA

27 Haziran 2012 Çarşamba

Doğum... Günüm...

Nasıl bir günmüş bilmiyorum ama havanın bulutlu olduğu bir gün olduğunu düşünüyorum. Bulutlu havalarda hiç havamda olmamışımdır. Duygusal insana yaramıyor. Sekiz kardeş arasında en çok ben ağlamışım. Dünyaya gelmek istemeyişim daha gözlerimi açmadan önce belliymiş.  Son birkaç yıl öncesine kadar geldiğime dair hiçbir sevincim yoktu. Belki de yaşamayı bilmiyordum. Sadece vardım. Belki de yaşadığımı hissedecek kadar sevinçler yaşamadığım içindir. Hayatı sevmek çok sonradan oldu, her şeye üzülür, isyan eder, uzak durur, kendime bile küsen biriydim.

“Ben böyleyim” diyen insanlar var ya, onlar aslında öyle değiller, kendi kendilerini öyle yapıyorlar.

Huylarımızı da mağazadan üzerimize elbise beğenir gibi kendimiz seçiyoruz. Bunu çok sonradan fark ettim. Fark ettiğimde baktım ve gördüm ki geç kalmış değilim, direkt olarak uygulamaya geçtim. Kendimi sil baştan düzenledim. Kıyafetten huylara kadar, her şeyi sonradan düzenledim ve kalıplar arasında sıkışmış Servet’i öldürdüm. Neye üzüleceğime karar verecek kadar güçlendirdim kendimi, yemediğim bir sürü yemek vardı, yemediğim yemeklerin listesini yaptım balık, kokoreç, pırasa, karnabahar, patlıcan ve daha onlarca yemediğim yemek vardı, onları bir bir düzenledim.

Son iki yıldır yemek seçmiyorum. Gerçek Servet’i inşa ettim. Basit anlatıyorum ama çok çok çok çok zor oldu bu. Kendimle çok kavga ettim bunları başarana kadar, kendimi dövdüm, kafamı duvarlara vurdum, belki defalarca depresyona girdim ama dediğimi yaptım. Yani “huy dediğin, beşikten mezara kadardır” ya da “7 sinde neyse, 70 inde o dur” kalıbını paramparça ettim. O söz bana göre geçerli değil artık. Sevilen bir çocuk olmadım hiç, boyun eğenler sevilirdi, ben eğmedim. Bu nedenle sevgi görmedim.  Doğu çocuğuyum, bizim orada evlat sevgisi gösterilmez. Bir kere bile annemin dizinde uyumamışımdır. Bir kez bana sarılarak; “Boş ver, geçer” diye teselli etmemiştir. Öyle büyümüşler, öyle görmüşler…  Suçlamıyorum onları ama benim en çok ihtiyacım olan buydu. Maalesef göremedim.

Kendime sarılmayı öğrendim… Ergenlik yaşından kız arkadaşlarım oldu, nedense onlarda hep bir anne şefkati aradım, buldum da… Ama yârin yeri ayrıydı, annenin yeri ayrı. Her ne kadar sarılsalar da, şefkat gösterseler de anne sıcaklığı apayrıdır. Belki de bilmediğim için böyle düşünüyorum ama böyle olduğuna inanıyorum. Yaklaşık olarak dokuz yıldır yalnız yaşıyorum, aileden uzaktayım. Gün geçtikçe herkesin, her şeyin yokluğuna alışıyorum. Alışmak zorunda olduğumu bildiğim için…

Aklım başka yerde olursa yolumu göremem, dünde kalırsam bugünü heba etmiş olurum. Bu günde olmalıyım. Planlarımı da günlük yapmayı öğrendim, şayet tatil yapacaksam -ki havuzlu, kumsallı ve bir haftalık bir tatil ömrüm boyunca yapmadım- bir iki günlük olur, sonra kürkçü dükkânıma geri dönerim. Gün gelecek ve bunu da tadıyla yapacağım. Normal gezilerde otogara gittikten sonra nereye gideceğimi düşünürüm, sonra biletimi alır ve otobüsün kalkış saatini beklerim. O kadar plansızım yani. Günlük düşünmek en doğrusu, yarına ne olur hiç bilemez insan. An’ı yaşamayı umutlarımdan vazgeçtikten sonra öğrendim.

O zaman şu sözü yazmıştım; “Ne zaman ki umutlarınız tükenir, o zaman başlarsınız an’ı yaşamaya.” Bana göre umut etmek aklın gelecekte kalmasıdır, aklım gelecekte olursa da bugünün kıymetini bilemem. Bir de umutlar suya düşünce, yaşamadığın ve umut ettiğin günlerin acısı da eklenir, per perişan olunur. Yaşamaya çalışıyorum elimden geldiğince. Her şeyi en güzel hale getirmeye gayretim var. İnadım var. Bunlarla beraber yürüyoruz.

Yazılar yazmaya devam ediyorum. Benim gibi düşük çeneliye ancak kâğıtlar tahammül eder.  Bugün doğum günüm. Her şeyden önce aklıma şu sorular geliyor: Acaba kaç tane anne, bir evladı dünyaya getirdiği için insanların bu kadar çok duasını almıştır? Ve annem beni dünyaya getirdiğine bu kadar insanın sevineceğini bilseydi,  acaba beni doğururken acı hisseder miydi?

Bu sorular dolaştı kafamda, tebessüm ettim düşünürken. Kutlanmak çok güzel, saymakta erinmedim, otomatik cümle yazıp da herkese aynı cevabı yazmadım. 400 den fazla mesaj ve maile yanıt verdim. Parmaklarım uyuştu yazmaktan ama gururla yazdım. Emin olduğum bir şey var: birçok insan benim bu yaş günümde aldığım tebrikleri bir ömürde almamıştır. Kıymetini biliyorum bunun, yaşattınız bana. Teşekkür ederim. Kıymet verdiğiniz için,  “nice yıllara” gibi iki kelimelik de olsa zahmete katlanıp kutladığınız için… Var olun. Saygı ve sevgiler…

Servet SAYGINOĞLU – Doğum… Günü…

11 Haziran 2012 Pazartesi

3A Felsefesi


“Aş”, “Araba” ve “Ayakkabı”

Aş: Sofraya düşkünlük olmalıdır. İnsanların birçoğu, harcamalarını oradan buradan kısarak para biriktirmeye çalışırlar. Bu yaptıkları güzel bir şeydir, lakin sofradan hiçbir şekilde kısmamak gerekiyor. Bütçe yettiğince aile bireylerinin gözü asla dışarıda kalmamalı.

Araba: İnsan; şayet imkânı varsa, pintiliği bir kenara bırakarak alabileceği en güzel arabayı almalıdır. Tabi burada parantez açıyorum; “En güzel araba” derken, süratli spor arabalardan bahsetmiyorum. Spor araba, ihtiyaç değil zevktir. En kullanışlı ve ihtiyacını yeterince görebilecek bir arabadan bahsediyorum, hiçbir şekilde yolda kalmamak için. Çünkü ulaşım çok önemlidir. Aile ise, aileye uygun bir şey olmalı. Söz konusu kişisel olursa, tercihler zevke göre ayarlanır.

Ayakkabı: Olmazsa olmazdır. Elbiseye verdiğiniz paraya acıyabilirsiniz. Hakkınız var ama ayakkabı konusunda toleranslı olmamak en doğrusudur. Çünkü bir metre mesafe bile yol kat etmemiz gerektiğinde, bunu ayaklarımızla yaparız. Günümüz ücretlendirmesine göre yorum yapacak olursak; Beş liralık gömlek ya da penye giymenin sakıncası yok, hiç umursamayın. Fakat ayakkabı olayında ise en az yüz liralık ayakkabı tercih edilmeli. Ulaşmamızı sağlayan tek şey; ayaklarımızdır. Onları en hassas şekilde korumak gerek. Aklıma gelmişken bir hikâyeye kısaca değinmek istiyorum. İlkokuldayken okumuştum, hala aklımdadır. “Suda Kendini Gören Geyik” adlı hikâyeydi. Bulabilirseniz mutlaka okuyun.

Bir gün, Geyik göl kıyısında durur ve su içmeye başlar, suyu içtikten sonra aniden kendisini görür ve ilk olarak ayakları dikkatini çeker. İncecik bacakları vardır, bakınca utanır, ayaklarını hiç sevemez. Sonra budaklanmış boynuzlarına bakar ve kendisini güzel gösteren tek şey olarak görür ve keyiflenir. Çok sever onları. Bir gün gelir ve aslanla karşılaşır. Aslan onu kovaladığı anda, bacakları ne yapsa da kaçamaz, çünkü sevdiği boynuzları ormandaki ağaç ve çalılara takılır, bu sayede aslana yem olur.”

Bugün saçları için kuaföre/berbere elli lira veren insanın ayağındaki ayakkabının yirmi lirayı geçmemesi sahiden akıl işi değildir.

Servet SAYGINOĞLU – 3A Felsefesi

10 Haziran 2012 Pazar

Varlığın Fazlası, Kararın Yokluğu


Kendimi bitirdim sanıyordum ama her bitiş sonrasında yeni bir ben başlıyor satırlarıma. Demek; “Daha çok yol gitmek gerekiyor” diye düşünerek ve yoluma devam ediyorum. Kayboluyorum artık caddelerin kenarlarında, bir çiçekçi geçer yanımdan ve bana hiç sormaz “Çiçek alır mısın” diye. Çünkü yalnızım. Yalnız birine çiçekçilerin ısrar ettiği hatta “Çiçek alır mısın?” diye sordukları görülmemiştir. Çünkü damsızdır. Bir evin damı olmadı mı, oraya ev denmiyor değil mi? Üstü açık olan bir yere ev denmiyor. Bahçe gibi olur. Her ne kadar dört duvar arası da olsa. “Biz beş kişiyiz, ben ve dört duvar” derler.

Dam olmayınca ev olmuyor işte, yalnız oluyor insan. Çıplak oluyor. Sevilen; bazen evin üzerini örten damdır. Bazen de üzerimizi örten bir giysi, bazen de soğuk havadaki kabanımız. Sırtımızda olduğunda kendimizi hastalıktan korunmuş bir şekilde güvende hissederiz, ya da terleyince rüzgârın hasta etmemesi için boynumuza sarılan atkı. Bazen bununla ilgili anlatacak çok şey buluyorum. Çok şey bulmak daima kötüdür, az olursa rahatlıkla aradan birini seçer ve yazarım. Yüzmek gibi değil mi? On çeşit yüzme bilen insan, hangi şekilde yüzeyim diye karar verene kadar boğulur. Fakat iki çeşit bilirse, biraz ondan, biraz diğerinden, derken kıyıya varır. “Fazla mal, göz çıkarmaz” diyorlar. Ama huzursuzluk verir. Bundan kesinlikle eminim. Fazla araban bile olursa, hangisine bineyim derken galerine girerek kara kara düşünürsün. Kıyafette de öyle… Dolabını açıp bir saat düşünüp taşınıp kıyafet deneyenler bilirim. Fakat üç tane kıyafeti olanın giyinip evden çıkması en fazla yirmi dakikadır. Varlığın fazlası, kararın yokluğunu getiriyor. Kararsız kalıyor insan.

Ne güzeldir; yetinmeyi bilmek, ihtiyaçtan fazlasına göz dikmemek, tabağına yiyecek kadar yemek doldurmak…

Ne güzeldir; kıymet verilen insanların az olması ki, hepsine yeteri kadar vakit ayırıp sevgiyi hissettirmek, muhabbete, selam sabaha vakit ayırmak.

Ne güzeldir; müjdeli haberin gelmesi, uyanır uyanmaz hazır olan kahvaltıya oturmak, giyilecek elbiselerin başucunda olması.

Ne güzeldir; güzel bakıp güzel görmek, güzelliğe aç olmak, derman olmak, şifa olmak.

Ne güzeldir; kahvenin köpüğü, soğanın cücüğü, mutluluğun küçüğü.

Yalnız olunsa da, yaşamak, yaşadığını bilmek, kalbinin hala attığından haberdar olmak… Ne güzel.

Servet SAYGINOĞLU – Varlığın Fazlası, Kararın Yokluğu

7 Haziran 2012 Perşembe

Yaz Bana Gelmiyor

Kendimi öldürmek de aklıma gelmiyor değil. Zamanında çok gelmişti ama son zamanlarda biraz fazla geliyor aklıma. Bir korku var işte. Ölümden değil, ölemeyip sakat kalmaktan, birilerine muhtaç olmaktan, canıma kıyma cesaretini gösterdiğim için belasını bulmaktan ve bu belayı muhtaç olmaya mecbur olduğum insanlarıma çektirecek olmaktan. Annemin üzüleceğinden. "Oğlu gurbete gitti, sahip çıkmadılar, intihar etti." diye ailemin arkasından konuşacaklarından. Faydam olmadığı gibi zararımın olacağından korkuyorum.

Dünya beni sevmedi, benim sevmem yetmiyor ona, bütün insanların sevmesini istiyor ama sadece paragözler seviyor dünyayı, meyvesini satın alabildiği için... Haricinde bir şey yok. Bugün fark ettim de, yaz aylarını hiç sevmiyorum. Neden sevmediğimi sorguladım. Yazı seven insanlar, tatil olduğu için seviyorlar. Ben hiç tatil yapamadığım için sevememişim. Denizin, yazlığın keyfini çıkaramadığım için. Bu sıcak havada 270 amperde kaynak yaptığım zaman günde en az 3 litre su içmek zorunda kaldığım için sevememişim. Başka da bir anlamı yokmuş. Bu nedenle dünyaya yazın gelmesi önemli değilmiş, yazın bana geldiği önemliymiş. Anladım ki; bana yaz geldiyse, o anda dünyada hangi mevsimin olduğunun hiçbir önemi yokmuş.

Servet Saygınoğlu – Yaz Bana Gelmiyor

5 Haziran 2012 Salı

Bakabileceğin Kadar Çocuk


Bugün eski bir gazeteye rastladım, ocak ayının gazetesi. Sayfalarını karıştırmaya başlayınca bir fotoğrafa gözüm takıldı. Altını okumaya başladım. Eminönü’de kiradan tasarruf yapmak için beş tane bekar bir ev tutmuşlar. Sanırım sobadan çıkan gazdan dolayıydı. Bir sabah bakmışlar ki, çocukların hepsi ölmüş. Bunlardan üç tanesi kardeş, diğer ikisi de akraba. Üç çocuğun babasıyla yapılan röportajı okudum. 10 çocuk babası A. evlatları için gözyaşı döktü falan filan yazıyor. İnsanın tipine bakarak karar verilmez ama öyle bir zalim görünümü vardı ki, tırstım adeta…

Sorduklarında: “Memlekette iş olanağı olmadığı için çocukları gurbete yolladık. Evimizin geçimini onlar sağlıyordu.” demiş. Bunu söylemek için insanın ar damarının kopmuş olması gerek. Çıldırmamak elde değil, 10 çocuk yaparken neyine güvendin amcacım, NEYİNE? Sıradan bir inşaat işçisine de benzemiyordu. Gayet sağlıklı bir adam. Kıyafeti, tıraşı yerinde, üstelik göbekliydi. Çocuklarını çalıştırarak parasını gönül rahatlığıyla yiyen adam (!) Gözünden bir damla yaş gelmemiştir, bundan adım kadar eminim. İçi yanmamıştır. Çünkü sürü var, evladın kıymeti yok.

Madem bakamayacaktın, neden oynadın karınla? Aynı soruyu ben kendi babama da söylüyorum. Biz de sekiz kardeşiz. Ailem Ağrı’da. Burada geberip gitsem de gözyaşlarına aldanmasın kimse. Annemin acısına inanılır ama babanın acısına inanmam.. O kadar çok çocuk olduktan sonra vakt-i zamanında “Sekiz tanesiniz. Üçünüz, beşiniz geberseniz ne olur ki?” demişti. Nefretim vardır z.kine düşkünlüğe. Kadınlar garip, kadınlar şiddet görüyor. Kadın “Doğrumam” diyemiyor. Adam “büyüsünler, çalışıp bana para göndersinler, ben yiyeyim.” zihniyetiyle sevişiyor. Yav az-çok yeni nesil bilinçlenmeye başlamışken şu kondom olayını kaldırmak da neyin nesi oluyor? En az üç çocuk demişlerdi ya, buna “kürtaj:3”, “kondom:3” olarak eklenince, en az 9 çocuk demiş olurlar muhtemelen.

Madem Müslümanlıktan bahsediliyor, ben de burada kendi bilgimi söyleyeyim. “18 haftaya kadar çocuk anne karnında henüz canlı değildir, onu aldırmak günah olmaz.” İnsanlar yeni yeni bilinçleniyor, evlenme oranı günden güne azalmaya başladı. Evlilik çile haline döndü, gelin olacak kızın pek fazla istediği bir şey yok. Sorun ailelerin tamamında… Kızlarını memur, avukat ve mühendise pazarlama düşüncesinde. İnsan kendi sevdiği ile yuvasını kuramıyor, ya anne sorun çıkarıyor, ya da babası “ben ne dersem, o olur” diyor. Ne kadar çok girdap var boğulduğumuz.

Lafı fazla değiştirmeden fazla çocuk yapmaya niyetlenen insanlara bir çift lafım var:

Cebine güvenmiyorsan, çüküne de güvenmeyeceksin. Erkeklik, adamlık dediğin önünde sallanan organdan anlaşılmaz. Bakabileceğin kadar çocuk yaparak, onlara her istediğini alacak durumun olduğu sürece adamsın. Haricinde iki yüzüne de çevir çevir tükürülecek insansın (!) Eğer ki bakabilecek durumun varsa, istediğin kadar yap. Bu durumun en canlı örneği; memleketteki köyümüzde yakın bir komşumuzda var. En büyüğü lise 2. Sınıfta. 11 kardeşler. Adam zengin tabii, ona laf yok. 21 bile olsa umurunda olmaz. Hepsini refah içerisinde yaşatacak durumu var. Daha farklı bir örnek; adamın 14 çocuğu var. İki eşten. Hepsini gönül rahatlığıyla büyütmüş. Şu anda 14 çocuğu da kimi memur, kimi avukat, kimi mühendis. Memlekete faydalı insan böyle olur. Daha eşinin ayağına ayakkabı bile alamayan adam (!) güneş battığında eşinin üzerine çıkıyor. Çükün kopsun şerefsiz!

Servet SAYGINOĞLU – Bakabileceğin Kadar Çocuk

4 Haziran 2012 Pazartesi

VİCDAN MESELESİ


Geçenlerde THY hostesinden gelen bir mektuba rastladım. Facebook sayfalarında paylaşılıyordu. Haliyle merak ediyor insan; insanların bu duruma ne tür yorumlar yaptığını… Yorumlara baktığınız zaman içler acısı bir durum görüyorsunuz. İnsanoğlu bu kadar vicdansız olmamalı ya. Böylelerinin kafasını koparmalı ve hatta can çekişerek gebermelerini sigara tüttürerek seyretmeli. Olay maaş sorunu değil ki…

O kadar para kazanıyorlar bilmem ne yapıyorlar gibisinden bir sürü tantana dolaşıyor insanların dilinde. Sahiden her şey para mı ya? Annene sarılıp uyumayı, bayramda, seyranda, kötü günde ailenin yanında olmak durumunu hangi para açıklayabilir. Vakt-i zamanında bende bir yıl kadar bir otobüs firmasında Host olarak çalışmıştım. Taşımacılık sektörünün sahiden ne bayramı, ne düğünü, ne de taziyesi vardır. Öyle bir durum ki; bayram dersin, en yoğun olduğu zamanlar olur. Tatil dersin yine öyle, deprem dersin, kaza dersin vs. Her halükarda inanılmaz derecede sıkıntılı bir hayatları var. Çalıştığım süre boyunca tatil yüzü görmedim. Para demek neyin nesidir?

Ekmeğinin derdindesin sen burada. “Madem öyle başka bir iş yapsın” diyenler var. Bir iş sektöründe çalışıyorsan her ne olursa olsun protesto hakkın vardır. İtiraz etme hakkın olmalıdır. Haksızlığa boyun eğmeme gibi bir gücün olmalıdır! Hosteslere de “kaşar” benzetmesi yapıyorlar. Şayet kaşar ise, neden gecenin bir yarısı uykusunu bölerek dünyanın diğer ucuna yolculuk etsin. Her an düşebilecek bir durum. Yaralanma şansın bile yok.

Kaşar olan gecenin o saatinde uyanıp yolculuğa gitmez.

Kaşar olan, üç-beş kuruş para için kimsenin özellikle biznıs kılastaki zengin züppelerinin emri vaki, yılışık tavırlarına ve asılmalarına boyun eğmez. Zengin adam haksız olduğu halde şikâyet ettiğinde hostes işten atılır. Neden mi? Üstelik firma hostese çamur atar. “Adam zengin olduğu için ona yalanmaya çalıştın değil mi?” derler.

Kaşar olan, gider bir zengin adama metres olur. Bildiğin kene gibi yapışır. Gösterir ama elletmez. Aynı zamanda istediğini aldırır, lüks mekânlarda oturur, alkol masasında yırtılana kadar içer. Üstüne bir de hap falan atar. Kaşar dediğin budur işte.

Elbisesinin ütüsünde sorun var diye servise çıkması engellenen insandır hostes. Para durumu değil. Anlayış sadece. Maaşından şikâyetçi değil. “Halimi anla” diyor. Bu durum tüm iş alanlarında böyledir. Asgari ücret maaş ve iki çocuk, bunun yanı sıra 450 lira kira. İstanbul’da daha ucuzu yok. Söz konusu vicdandır. Tolstoy’un bir sözü var: “Kalbimizde Allah’ın nuru vardır. O da vicdandır.” diyor. Yani söz nereye mi geliyor?

Bayramda, seyranda, yeğenimin-annemin-babamın vs. doğum gününde, taziyemde ailemin yanında değilsem; Maaş dediğin kaç para olursa olsun at o parayı klozate, ve üzerine sifonu çek. “Madem öyle, bu işi yapmasın” diyene bir cevap daha vereyim. “Sonuçta bu işi mutlaka birileri yapacak. Yapanlar illa kimsesiz mi olmalı? İnsaf!

Servet SAYGINOĞLU – Vicdan Meselesi

3 Haziran 2012 Pazar

Pazar Sohbeti


Kimsenin siyasi yönü ilgilendirmiyor beni, siyaset haricinde okumadığım türden kitap yoktur. O nedenle kafası rahat bir insanım. Müzikte Osman Öztunç da dinlerim, Şıvan Perver de... Her telden giderim. Sanat yönüyle bakarım insanlara. Sevecek güzel şeyler ararım.

"Şurası kötü, burası berbat" da ne oluyor? Neden kendimi rahatsız edeyim ki? Neden nefret duyayım... Bunun en canlı hali arkadaş listemden anlaşılıyor. Her türden insan var; sağcı, solcu, ilerici, gerici... Her türden. Faydalı olmaya bakarım. Herkes dünyayı güzelleştirmek ister. Herkes "insanlar kötü" der. Ben de "Önce kendimizden başlayalım" derim.

En ufak bir sorun olduğunda "Kıçı kırık sanal şairsin" diyorlar bazıları. Madem öyle biriydim, neden arkadaş listeme geldin kardeşim? Madem sana göre boş-beleş biriyim, neden geldin? Şair konusuna da değinmeden geçmeyeyim… Şu anda yaşıyor olan iki tane şair var bana göre… “Murathan Mungan”, “Sunay Akın” haricinde şair falan göremiyorum. Şairliğin Ş’sinden anlamam. Anlamak da istemem.

Gelmiş geçmiş şairler zaten yeterince doyuruyor ruhumuzu. Benim yazdıklarım ise ufak çapta karalamalardır. İçimi döküşümdür. Şiir olayı çok nadir olur. Bilindiği gibi çıkardığım ilk kitabım da “Denemeler” üzerine. Gün gelir de şiir kitabı çıkarırsam bu ancak beşinci kitaptan sonra olur.

Bil ahere... Kusur bulmak kolaydır, en ufak bir tartışmada karşındakine iftiralar atmak kolaydır. Otur, oturduğun yerde… Bob Marley’in dediği gibi “Parmağın ile beni işaret etmeden önce, ellerinin temiz olduğundan emin ol.”

Keyifli pazarlar olsun…

Servet SAYGINOĞLU  - Pazar Sohbeti