31 Mart 2012 Cumartesi

Vakit olmuş 2012 nin Nisan ayı


Nisan ayının ilk günündeyiz, vakit olmuş 2012 nin 4. ayı. 2000 yılını görmek bile bir hayal gibiydi. “Acaba üzerine 2000 yazan bir takvim görebilecek miyiz?” diye yıllar önce kendime bir soru sormuştum, hatırlıyorum. Şimdi sabah oluyor, pencereyi açtığımda muhteşem ötesi bir hava solukluyorum. Günün Pazar olduğunu fısıldıyor kulaklarıma. Gündemli ülkenin gündemli insanıyım bende. Her sabaha, her güne, her saate ayrı bir şeyler çıkar karşıma “Beni yaz”, “Beni yaz” diye. Elimde varsa kalemim yazarım, karşımda bilgisayar varsa, zaten hazırdır neler yazacağım. Sanki birileri kulağıma söylüyor ve bende onun dediklerini olduğu gibi ekrana yansıtıyorum. Son bir yıldır on parmak yazıyorum. O nedenle elimi klavyenin üzerine bıraktığımda hangi harf nerededir bakmam, kendiliğinden basar parmaklarım. Anlatıyorum, şimdi bile kendi başıma bir mesele anlatıyorum, aynı zamanda radyodan “Anlayamazsın” şarkısını söylüyor sevgili İzel.

Ama ben sizin anladığınızı düşünüyorum, hele üç satırdan sonrasına kadar okuduysanız sizin bir okur olduğunuza kanaat getirdiğimden şüpheniz olmasın. Üç satırdan sonra okumaya devam edenler benim gerçekten can dostlarımdır, okumaya gönül vermiş, okumaya katkıda bulunmuş insanlardır. Sizler benim için değerlisiniz. Bana karşı bir faydanızın olmasını beklemem. Size “İyi bir insansınız” demek için sizden kötü bir şey görmemiş olmak yetiyor. İyilik yapan ile hiçbir şey yapmayan aynıdır, ikisi de iyi insanlardır. Kötü olanlar burada ayrışırlar. İş kötülük noktasına geldiğine göre içimi dökeyim biraz. Benim tarafımdan kimseye kötülük yapılmayacağına dair tüm insanlığı garanti altına almış bulunuyorum. Zarar vermek istiyorsam en başka kendime veririm. Yani iğne yapmadan önce çuvaldızla kendimi dürterim. Benim insanları anlamam lazım. İnsanları anlamak için onların halini yaşamam lazım. Yoksa uzaktan atıp tutmak kadar kolayı yok, ben kolaycı adam olmadım. İşin gerçeği neredeyse, “Bu şeyi nasıl daha iyi kavrayabilirim” yoluyla oraya giderim.

Anlamayana kadar da kuyruğunu bırakmam o işin. Yapım bu değil. Benim bir yapım yok. Kimsenin herhangi bir yapısı yoktur aslında. Sonradan oluştururlar bunu. İyi olmak da, duygusal olmak da, kıskanç olmak da, aniden öfkelenebilecek biri olmak da, zifiri karanlıkta birinin onu dürtünce korkmaya ya da korkmamaya da insan kendisi karar veriyor. Dışarıdan atıp tutma olayı değil, ben bunu en başta kendimde gördüm. Edindiğim her huy, bir elbise gibiymiş ve kendime giydirmişim. Huyların hepsini söküp attım. Prensiplerim, kurallarım, sınırlarım vardı. Baktım ki bunların kendi yoluma engel olarak kullanıyormuşum. Düşünsene kocaman bir sahra ortasında hala bir tarafa gidememeyi… İşte kural, kanun, nizam dedikleri budur. Aslında yolunu kesen bir şey yoktur ama prensiplerin o kadar birikmiş ki, yolunda bir adım daha ilerleyemiyorsun. Çünkü kendi kendini sınırladın.

Jack Ansign Addington’un bir sözü var; “İnsanlar kendileri için kurallar ve yasalar koyarlar. Sonra da bu kuralların esiri olup mutsuz olurlar.”

Adam resmen kitabın ortasından konuşmuş. Farkındalığın dibine vurmuş. Ben buyum demiş artık. “Ben buyum” demesini sağlayacak olan her şeyi sil baştan düzenlemiş. Doğru olan şekilde yapmış. Hah işte aynısından yaptım. Olması gereken buydu. Öfkelenmek, sinirlenmek, kalp kırmak o kadar kolay ki hepimiz de zamanında birilerinin kalbini kırmış ve canını acıtmışızdır. O nedenle kalp kırmak kimsenin literatürüne ters bir cümle değil. Gerek bir çocuğun istediği bir şeyi yapmamak, gerekse annesini ya da bir arkadaşını terslemek veya yolda yanlışlıkla omuz atan birine gücü yettiği için oracıkta pat-küt dövmek. Alabildiğine sıralanabilir bu gibi şeyler. Bırakın biraz kendinizi, boğmayın yani. Yaklaşık on yıldır “Canım sıkılıyor” sözünü kullanmadım. Çünkü canımın sıkılmasını engelleyecek o kadar çok sebep buldum ki. Ortalıkta milyonlarca “pff canım sıkıyor” sözünü söyleyen var ama bunlardan ancak yüz tanesi can sıkıntısını gidermenin yollarını arar. Kendini tanımlamış kişi can sıkıntısının dermanını da bulmuş kişidir.

Müzik gibisi yok, müzik insanı yeterince yatıştırıyor, tabi bunalım müzikleri dinlenilmediği sürece. Moralini bozmak için ağır müzikler dinleyenler bilirim. O derece yani. Müzik sarmayınca açar bir kitap okur insan, olmadı bir defter açar bir şeyler karalar, yazacak bir şey olmasa bile bir hayvanın resmini çizmeye çalışır vs. vs.  bulunur yani. İmkânsız değil. Şu anda biraz yazmaya ağırlık verdiğim bir dönemde olduğum için ayda beş kitaba kadar düştüm. Okurum, en boş yazıyı bulsam bile okurum. Ömrüm boyunca durmadan okusam da akıl çöplüğümün yüzde birini bile dolduramayacağımı bildiğim için. Ne bulsam atıyorum akıl çöplüğüme. Birikmesinde yarar var. Hiç değilse kelime hazinem genişler. İlla bir şeyler anlamam gerekmiyor okuduğumdan, keyifle okuyorum. Bazen hoşuma giden yerleri not alıyorum, odamın duvarları kâğıtlarla dolu. Yani odamda elim boş dolaşsam da ne tarafa baksam okuyacak bir şeylere rastlıyorum. İyi geliyor. Keyfini çıkarmayı bilmek gerek hayatın, kendimizi kasmadan, umursayınca bir anlam ifade etmeyeceğine inandığımız şeyleri umursamayarak yaşamak. Kaç yaşındaysak, içinde bulunduğumuz yaşa birkaç kaşık yaşam katmak gibi mesela. Onun gibi.

Servet Saygınoğlu – Vakit olmuş 2012 nin Nisan ayı

30 Mart 2012 Cuma

Cehaletin Düşmanları


“Sen bir ana, sen bir baba, her şey oldun artık bana.” Nasıl yani anne ve baba?
Bırakın kardeşim. Anne-baba jopla dövülür mü? Kesin film falan çevirmişlerdir. Dünyada inanmam. İşte sorun şu: dünya değil. Cehennem oldu yaşadığımız ülke. İlkokul aileydi değil mi? Okuldayken polis haftası kutlanırdı, hiç unutmam o günleri. Hatta polis haftasında bir slogan geliyor aklıma “Poliş halk ile el ele, huzur dolu günlere.” Vay be. Neydi o öyle? Hikâyeden bir cümle miydi? Sen benim koruyucumdun ama, yaptığımız alışverişler, yediğimiz içtiğimiz her şeye kat kat fazla para veriyoruz. Bu kimin için? Senin maaşın buradan geliyor. Farkındasın. Belki sen de öğretmen çocuğusun. Emir kulusun değil mi?

Akşam evinde gidince iğne ucu kadar vicdanın vardı da oturup bir köşeye yaptığından dolayı ağladın mı? Canavarlaştık, annemiz ve babamızı dövüyoruz ya. Ellerim titriyor, yazmakta güçlük çekiyorum. Ama yazmazsam vicdan azabından kendimi öldürürüm. Acımak, merhamet duymak, hak, hürriyet, özgürlük, eşitlik. Bunları biz rüyalarımızda sayıyoruz. Her birini sayarken de bir parmağımızı yumuyoruz. Benim güzel insanlarım. Benim yemekleriyle, misafirperverliğiyle, merhametiyle, komşuluk diyaloglarıyla dünyaya ismini duyurmuş insanlarım. Biçarelerim, gariplerim. Ne oldu bizlere böyle? “Toplumun düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı öğretmenlerdir.” Ee şimdi cehaletin düşmanını öldürün o zaman.

Geriye ne kalır? –Cehalet. Hadi hayırlı olsun. Cahilliğin nesiyle övünülür. Kültürsüzlüğün, bilinçsizliğin, sorgusuz sualsiz her şeyi kabullenmenin nesiyle övünülür? Şimdi hangi davranışımızla dünyaya örnek olacağız? Sen olsan kendine neyi yakıştırırsın? “Toplum düzeni değişmeli” diyorlar.  Ağabeyim önce kendinden başla, sonra da etrafındakiler senden örnek alsınlar. Sonrası düzeni değiştirirsin. Evine gel, yemeğini ye, kumandayı al, dizi seyrederken uyu. Al sana yaşam tarzı. Anne-babanın vurduğu yerde gül biterdi. Öğretmen de bir anne-babaydı bizim için. Vurduğu yerde gül biterdi. Şimdi öğretmen olsam ben de şu sözleri söylerdim;

“Öğrencimin vurduğu yer gül bitti, şükürler olsun, cehennemde yanmayacağım. Çünkü öğrencilerime bir şeyler öğretmek uğruna kanımı dökmelerine müsaade ettiğim için.”

Servet Saygınoğlu – Cehaletin Düşmanları


 

Anlayanlara İhtiyacımız Var.

Bırakın şimdi elinden oyuncağı alınmış çocuksu moral bozukluklarını. İki gün sonra aklınıza bile gelmeyecek. İncir çekirdeğinde kaybolacak kadar kendimizi küçültmeye çalışırız. Halbuki büyüklüğümüzün farkında olsak, neler yapabileceğimizin farkında olsak kendimizden korkmaya başlarız. İnsan kendini ne zaman fark edecek? Hemen küsmeler, darılmalar, gücenmeler başlıyor. Bu kadar basit mi? Kıymet vermek zor olmamalı, insan bunu kabul ettirmeli kendine. 


Güçlü olduğunu bir başkasına değil, kendine söz geçirerek ıspatlamalı. Büyüklük. Neye göre, kime göre, ne anlamda, nasıl bir büyüklük. Bunları birer birer analiz yapmalı. Soru sormak kolaydır? En kültürsüzün bile bu hayata soracak milyonlarca sorusu vardır elbet. Peki kaç tane soru sormuştur kendine? Kaç soruya çözüm aramak için düşünmüştür? "Ben bunun üstesinden gelebilirim" gibi bir özgüven yok. Soru sormak dediğin nedir ki? Tek kelime ile "Neden", "Niye", "Nasıl" gibi kelimelerle bile insan soru sorabilir. 


Çözüm dediğin er meydanıdır işte. Biraz kendi gözünde kıymetlenmeli insan. Gözlerindeki parıltıdan anlaşılır bu hal. "Bu oda çok karanlık, burayı sevmedim." demek zor bir şey değil ama kişi, soruncu bir insan kisvesine girmiş olur. "Bu oda çok karanlık, X türünden lambalar var, taktırsan fena olmaz, daha aydınlık olur." diyen kişi çözümcü kişidir. Sevilir. Nerede nasıl davranmak gerektiğini kısa ama kısacık düşünerek davranmalıdır. Küsen, darılan insan, çocuk beyinli insandır. Hamdır, henüz pişmemiştir. Pişmiş olan insan bilir vakit yarın olduğunda evinden çıkmama ihtimalini. Kimsenin kalbini kırmaz. Sevgiyle yaklaşır, menfaat düşünmez. "Beşerdir, şaşar" der ve hatalıyı affeder. 

Kimlere mi söylüyorum? Tabi ki anlayanlara… Anlamak için alıcıları açık olanlara...


Servet Saygınoğlu - Anlayanlara İhtiyacımız Var.



27 Mart 2012 Salı

Geçmişe Mazi


Ne güzel çocuktuk değil mi? Cam kırmaya bayılırdım. Tabi sonrasına değil. Babam mahallede bir kural çıkarmıştı, en çok da bu kuraldan bizim aile etkilenmişti, “neden?” diye soracak olursanız, iki dakika sabredin söyleyeyim. Camı kim kırmışsa onun babasına camı taktırırdı. Alt tarafı bir iki kez bizim camımız kırılmıştı ve biz ödetmiştik. Be akıllı adam, iki cam yüzünden 50 tane cam parası ödemeye değer miydi? Hiç utanmadım cam kırmaktan, elimi kesmekten, kolumu kırmaktan, her gün ayrı bir facia ile eve gelmekten. Sapanı annem sobaya atsa da eczaneden serum lastiği alır, yeniden ağaca tırmanır, bir çatal keser yeniden sapan yapardım. 

Ahh.. Ziynet teyze ah, Mekânın cennet olsun. Bahçenizden çok mısır çaldım, yahu bir atasözü vardır; “Adaletin bir ayağı topaldır, geç gider ama yerine varır”, diye. Ziynet teyze bir kez bile bizi yakalamadı. Sevgili Aysel teyzem; ya sen, senin evine kaynatman için getirdiğim mısırları bana hiç sormazdın, kaynatır verirdin. Ben, Yağmur, Emrullah beraber yerdik ne güzel. Akıl var mantık var, insan bir sorar nereden getirdin bu mısırları? Annem soruyordu, hele ablalarım, cellat cellat. Annemden çok sizden terlik darbeleri aldım. Popomun her tarafına 38 numara yazıyordu. 

İlkokul öğrencisinin ödev yapmadığı durumda öğretmenden tırsması gibi günlük hayatta ablalarımdan korkardım. Uyuslar sizi… “Güzel hatırlıyoruz” hep derler. Neyini güzel hatırlayayım. Yok, olmaz, dünyada olmaz. Ah anne ah…  Bir sürü bıçağım vardı, kelebekli, sustalı, parmaklı, onbirli çakı çeşit çeşit. Hiç kimseye de zarar vermedim onlarla ama onlar bıçaklar sayesinde kötü adam olacağımı düşünerek alıyorlardı bıçaklarımı. Her sabah annem benden önce uyanır ve ceplerimi kontrol ederdi, zararlı ne bulursa alırdı.
57 marka İran sigarası, ilk başladığım sigaralardan, kibrit kutusundan büyük bir paketi vardı, incecik ve kibar sigaralar... Kibarlığından değil, saklama zorluğundan o sigaradan alıyordum. Eve gelince çatıya çıkıyor, bir tane içince zaten kafayı buluyordum
 

Sigara bile sarhoş ederdi. Arkadaşlarım üçkâğıtçıydı. Bir tane adam akıllı arkadaşım olmadı. Camiye namaza giderdik Vedat arkadaşımla, birde beyaz dantelden takkem vardı. Namaz sonrasında dedeler bizi severdi. Seyyar meyve satıcıları bize hiç istemeden meyve verirlerdi. Onunla da az maceralarımız olmadı. Yolunu değiştirmedi iyice devam etti ve hafız oldu. Hafızlıktan sonra saçlarını ortadan ikiye ayırdı, sonrasında bir daha görmedim onu. Yalnızdım yine de, kendimi kandırıyordum, mutluluk oyunu oynuyordum, hala oynuyorum. “Ben, o ben miyim?” desem, diyemiyorum. Gözlerimi tutamadım bunları yazarken. “O günleri özlemiyorum” diyorum ama buna ne aklım inanıyor ne de kalbim, sadece dilim söylüyor öylece... Öyle işte...

Servet Saygınoğlu - Geçmişe Mazi

25 Mart 2012 Pazar

Boş mu verelim dünyaya?

Sor sor devamı gelmiyor nedense bu tip cümlelerimizin. Sabah kalkarsın çalar saat ile. Yeryüzündeki düşmana muhtaç olmak dedikleri bu olsa gerek. Çalar saatten nefret ederiz, hem de ona muhtacız. İnsan değerli bir varlıktır, kendi değerini hesaplamaya kalksa ömrü yetmez. Geçici olmayan bir şey bulamıyor, en çıkılmaz denilen girdaplardan çıkıyor, en tırmanılmaz dediği tepelere çıkabiliyor insan. İnsan kendini bir anlasa, bir anlasa… Neler yapabileceğini bir anlasa o zaman dünya ne hale gelir tahmin bile edemezsiniz. 

Ömrü boyunca aklını doldurmaya çalışsa da buna gücü yetmez, o denli geniş ve büyüktür insanın aklı. Kendisinin farkında olmayan, yaptığı rutinleşmiş işinden başka bir şey bilmeyeceğine inanan. Böyle gelmiş, böyle gider klişesiye kendi hayatını kolayca berbat eden, yeri geldiğinde bir filozof kadar düşünceli hareket eden varlıktır insan. “Kendi kıymetini ne zaman mı anlar?” İki şekilde, birincisi hastalıktadır; Hastalık insanın aklını başına getiren en gerekli şeylerden biridir. “Hayat kısa, ölüm her an başucunda, nereye gidiyorsun, dur bi soluklan, bir fincan nane limon iç” diyor bize. Hastalık: Hayat yolunda ilerlerken, bir uzun yol otobüsünün belirli dinlenme tesislerinde durması gibi bir durumdur. Kişinin kendi aklını toparlamasını sağlar. Bu durumdan şikâyet etmeyenimiz yoktur. Aklını başına getirir insanın ama kısa bir süreliğine… Yataktan kalktıktan sonra bir gün geçmeden eski haline döner insan. İkincisi de ölümüne yakın zamanlardır; Çocuksu bir ruh yerleşir bedenine, küser, darılır, en ufak bir şeyde naralar atar, aradan beş dakika geçer yine yüzünün güldüğüne şahit olursunuz. Aklı başına gelir; asıl ne yapacağını bildiği zamandır. Bacakları tutmaz, kollar kalkmaz. 

Yıllar önce çalıştığım bir işyerinin karşı tarafında ihtiyar bir usta vardı. İstanbul gibi bir yerde onlarca evi, arabaları, yazlığı ve dükkanları olmasına rağmen sabah erkenden gelir, dükkanını açar ve çayını bizzat kendisi demlerdi. O zamanlar 18 yaşımdayım. Arada bir on çayında dükkanın kapısının önünde otururduk ve yanımıza gelir sohbet ederdi bizimle. Bana bir şey söylemişti, hala aklımdadır. “Şu andaki aklım ile hiçbir evim, arabalarım, dükkanlarım olmasaydı, sadece senin yaşında olsaydım. İki seneye kalmaz şu andaki sahip olduğum her şeye sahip olurdum.” demişti. 

Bir delikanlı gibi çalışıyor, zekice davranıyor ve elinden hiçbir iş kurtulmuyordu. Geriye baktığımız zaman hayatı anlamış, görmüş insanların nasihatlerini, paylaştıkları fikirleri yaşımız ilerledikten sonra anlıyoruz. İlk anlatıldığında kulağımızın ardına atıyoruz orada kalıyor. Anlamamız gerektiği zaman yolumuza çıkıyor, kendimizi onu duymaya mecbur hissediyoruz. Hüzün biter, alışkanlıklar biter, sevgi bitmez, mutluluğu birçoğu para ile alacağını düşündüğünden mutsuzluklarını parasız olduklarına bağlarlar. Yaşam kısa, öğrenecek çok şey var. Mutlu olmak zor değil. Kendimizi en çok kaybettiğimiz zaman kendimize bir iyilik yapalım, bir çocuğu sevindirdiğimiz anda kafasını ellerimizin arasına alıp o ışıltılı gözlerine bakalım. O zaman fark ederiz nerelerde neleri eksik bıraktığımızı…

Servet Saygınoğlu – Boş mu verelim dünyaya?

23 Mart 2012 Cuma

Okul dediğin;

Okul dediğin sadece okuma yazma öğrenme yeri olsa yeterliydi. Okulun bana yaşamayı öğretmediği adına kesinlikle kararlıyım. Günahım kadar sevemedim. Bu kadar aklı başında bir ülkeysek, şimdiye kadar güzel bir çözüm bulunmuş olmalıydı. Eğitime önem veriliyor, yıllarca okula gönderiliyor. 

Eğitim sistemi boktan, öğretmenlerin birçoğu moron, öğrenci sabahın köründe kalkmaktan dünyasını şaşırmış. Dershaneler paranın dibine vuruyor, okul yetmiyor, öğretmen yetmiyor, öğrenci aile zoru ile okula gitmekten bunalıma giriyor, sırf okumuş olmak için okunuyor, okumakla adam olunmuyor. Öğretmen söylüyor, öğrenci unutuyor. Okul dediğin arkadaş ortamı haline geliyor, teneffüsler arasında ders işleniyor gibi oluyor. Okul kendini sevdirmiyor. Müdürlerin çoğu öğrencilere koyungözüyle bakıyor, eline sopa alan kendini kahraman zannediyor. 

Bir de kız öğrencilere hava atmaya çalışan egosunu tatmin etmeye çalışan öğretmenler bulunuyor. Aynı zamanda iyi koyun öğrenciler bulunuyor. İnsanın anlaması gereken şu ki; bu ülkede okumak hiç bir sike yaramıyor. Yaşamak yarıyor ama, yaşayarak öğrenilecek bir ülke olduğu kesindir. Okul dediğin sadece okuma-yazma ve yolda kalmayacak kadar matematik öğrenmek için olsun yeter. Fiziğine de, kimyana da, biyolojine de tüküreyim. Anlat, ezberlet, sınavda kopya çek, karne de 5 rakamını gör. Al sana başarı. Sittir bee.

Servet Saygınoğlu – Okul dediğin;

17 Mart 2012 Cumartesi

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!

Hey gidi Çanakkale. Acemi birliğimi yaptığım yer. Ağrı gibi bir şehirde dünyaya gelmiş olmama rağmen Çanakkale’nin o sert esen soğuk rüzgârına yenilerek 40.1 e çıkan ateşimle yatalak hasta olmuştum. Meşhur “İt durmaz tepesi” Ömür boyu unutmam orasını, bir tane düz ağaç göremezsiniz. Rüzgâr sadece kuzeyden eser orada. İnsanın içine işler, deler geçer gibi. Gezi olarak götürmeyecek olsalardı bizzat kendim gidecektim şehitliğe. Merak ettim çünkü yıllarca. “Acaba nasıl bir yerdir?” diye. Nasip askerlik zamanında gitmekmiş.

Mezarlıklar, mevziler her şeyi gördüm orada. Atatürk’ün saatine merminin çarptığı yeri de. Mezarların tabelalarını okumaya başlayınca her memleketten gençlerin isimleri vardı. Kürtü, türkü, lazı, çerkezi, alevisi, sünnisi ve binlerce dilden, dinden ve ırktan insanlar… Ben orada sadece vatan için, namus için mücadele edenlerin mezarlarını gördüm. Ne çileler çekmişler, kaç gün yaralı kalmışlar, “Çanakkale içinde, bir kırık servi, kimimiz nişanlı, kimimiz evli.” diye geçiyor şiirde. Anadan, yardan vazgeçtiler. Acı çektiler. Şimdiki gençlerin parmaklarında küçük bir sıyrık olsa öper ağlarız neredeyse. Onlar neydi peki? Seyit onbaşı, 270 küsür kiloluk top mermisini taşıdı sırtında.

Şimdiki insanlara bakın bir de… Aynada kendinize bakın, caddelerde yürürken insanların yüzlerini seyredin. Kimin ne kadar derdi var? Ne kadar sorunu var? Şimdiki genç kızlardan kaç tanesi savaş olsa sevdiğini gönderir gururla? Çanakkale deyince yutkunan insanlardanım! Fırsatınız olup da, ömrünüzde bir kez dahi olsa gidip görmez ve kendinize tokat atarak uyanmazsanız eksiksiniz, eziksiniz demektir. Mekânları cennet olsun.  İnsanlığa kısa bir öğüdüm vardır; Nankör olma! Bugün yatağımızda huzur içerisinde uyuyabiliyorsak onların sayesindedir. Onlar gibi olmaya çalışın demiyorum. Onları utandırmayın yeter. En azından “Kimler için savaştık?” diye sızlamasın kemikleri.

Servet Saygınoğlu - Çanakkale Geçilmez!

10 Mart 2012 Cumartesi

Para var, huzur var (!)

Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, konu zenginlikten açıldı. Yakından tanıdığı İstanbul’un sayılı zenginlerinden birinden bahsetti. Adam geceleri korkudan uyuyamıyormuş. Sabahlara kadar pavyonlarda, mekânlarda dolaşıyor sabah 7 gibi evine geliyormuş. Birkaç saat uyku sonrasında kâbustan terler içerisinde uyanıyormuş. “Zenginlik başa bela” cümlesiyle yola çıkmak istiyorum.

“Kimse fakir kadar rahat uyuyamaz.” Bugün yaptıklarımı getiriyorum gözlerimin önüne… Uyanıp güzel bir duş aldım. Zengin adam da aldı. Duş sonrası üzerimi giyip kokumu sürdüm. O da aynı şeyleri yaptı. - İkimizde temizlendik mi?
- Evet.

Onun kahvaltısı hazırdı. Ben kahvaltımı büyük bir keyifle kendim hazırladım. Sonra dışarı çıktım, caddelerde elimi kolumu sallayarak yürüdüm. O da dışarı çıktı ama korumalarıyla. Ben yaya olarak dolaştım, derin nefes aldım, yeşillikte oturdum. O ofisine gitti ya da arabasından inmeden bir mekâna gitti. Gitmeye yakın bir zamanda güvenlik önlemlerinin alınmasını arabanın içinde bekledi. Hayatı sadece rengiyle göremedi, aracında, filmli camlar ardındaydı. Benim paramda gözü olan kimse yok, o nedenle canımın tehlikede olduğunu düşünmem, ecelimi beklerim. Onun arkasında da gözleri olmak zorunda, her an öldürülebilir. Şüphe duyacak kimsem yok. O en yakınından bile şüphelenir, eşinden, çocuğundan, sağ kolu dediğimiz korumasından. Ben bir alışveriş merkezinde elimi kolumu sallayarak mağazaları gezebilir, elbiseler beğenebilirim, çay-kahve içebilirim. İçine zehir katılması kuşkusu aklıma gelmez. O’nun bir yerlerde gezip dolaşması için; ya yüksek derecede güvenlik güçleri ile gitmesi lazım, ya da tanınmamasını sağlayan kıyafetler, peruklar ve gözlüklerle gitmesi lazım.

Öte yandan; ben spor yapmayana kadar kalbimin sesi kulaklarıma kadar gelmez. Müziği rahatlıkla duyabilirim. O ise yolda, işte, yemekte, attığı her adımda kalbinin çarpıntısını duyar. Müziği duymaya yer kalmaz. Şimdi kıssadan hisse: Bugün üç öğün yemek yedim ve seçmeden. O da üç öğün yedi, ama kendi istediği yemekleri değil, doktorun istediklerini. Onca paran olunca bile istediğini yiyemiyorsun. İstediğim saatte uyuyabilirim, istediğim insanla gezebilirim. O gezemez, her an takip altında. Yarın manşetlerde kiminle ne yaptığını âlem duyar, yedikleri ve konuştuklarına kadar… En ufak bir aksilikte müşteri kaybeder, evine tıkılmak zorundadır. Aynı gün öldük diyelim ve ikimizi de çırılçıplak soyup öyle gömecekler. Bana 10 liralık, O’na 50 liralık pamuk tıkayacaklar. Merak etme sen, kefen paramın yanına 50 lira da pamuk parası bulundururum cebimde…

“Para var, huzur var.” Sözünü bugün yeniden adlandırdım. “Para varken, huzur dar.”
Oldu oldu, çoook yakıştı.

Servet Saygınoğlu - Para var, huzur var (!)

7 Mart 2012 Çarşamba

Yolundan olacağına yılan ol, yolundan olma!



Zehir damladığını görmedim yılanın ağzından, sıradan bir hayvan gibi, hatta en aşağıdaki bir hayvan olduğunu bilerek gururla sürünüyordu. Yılmıyordu sürünmekten, elbet bir gün ayağa kalkma umudu da yoktu, istediği yere sürünerek gidiyordu. Etrafına bakıyordu bazen, koşarak ilerleyen kediler, uçarak giden kuşlar vardı, kimileri yorulup bir köşeye otururken o yorgunluğunu hissetmeden yürüyordu. Biliyordu onlardan daha alçakta olduğunu, alçakta olmanın ve yüksekleri arzulamanın nasıl bir şey olduğunu yaşamak için kaldırıp başını bakıyordu yükseklere, çıkmama gibi bir şansı yoktu.

İstemişti, yorulmak nedir bilmiyordu. Neydi bu kadar onu cesaretiyle baş başa bırakan diye sormak akıllara gelmiyor değildi. Kararlılık... Başka şansınızın olmadığını düşündüğünüzde gitmeniz gereken bir yol varsa durmaksızın o yolda ilerlemeye devam edersiniz. Yılan da öyleydi, istemişti, başka şansının olmadığını anlamıştı. Herkes ona kötü gözle baktı, o duymadı kimseyi, yanından geçenler el sallıyorlardı ona, sende yorulacaksın gibisinden bakıyorlardı, gülümsüyordu sadece söylenenlere. Yapamazsın, yorulursun, çıkamazsın o yükseklere, nice senin gibi yılanları gördük. Senden daha yiğitler gördük, yolun yarısında susuzluğa dayanamadılar, acı çektiler, yola öldüler. Zirvelere gözünü dikmek senin neyinedir? diye onlarca hikayeler anlatırdı aslanlar, kaplanlar ve kediler ona.

Kuşlar hiç yaklaşmazdı bile. Üzerinden geçerken sadece kafalarını eğip bakarlardı, yanlarındaki eşleri ile birlikte keyifle süzülerek yollarında uçuşlarına devam ederlerdi. Yılan vücudunun yorgunluğunu unutmuş sadece yanındakileri dinliyordu, her ne kadar nefes nefese kalsa da aklına dinlenmeyi getiremedi, korktu bir daha kalkamamaktan. Korkuları sürekli başına sarıldı, yolunu kesti umudunu kırmak için. Anladı, biraz daha ilerledikten sonra anladı korkmaması gerektiğini ve sürünmeye devam etti, güçlüydü. Yorulmamalıydı.

Zirvenin yarısında dinlenmeye karar verdi, yolunun üzerinde küçük bir çukur vardı ve su doluydu içi, anladı ki, yola devam etmek istiyorsa mutlaka onu bu yolda koruyacak, ilerilere taşıyacak ihtiyaçlarını bulabilecekti, o anda bunu anladı. Derinden birkaç yudum su içtikten sonra biraz kendisine sarılıp bekledi. Arkadan gelenler yılana rastlayınca birbirlerine bakarak kahkahalar attılar. “Bizim ayaklarımız var, gideceğimiz yere yavaş yavaş, güle eğlene gideriz. Neyine güveniyorsun? Olmayan ayaklarına mı? Yoksa hayali kanatlarına mı?” diyerek kahkahalar attılar. Yılan hiç ciddiyetini bozmadı. Onunla uğraşmamaları için pes ettiğini ve oturduğu yerde ölümü beklediğini söyledi. Ötekiler yollarına devam ettiler. Unutmayın, birkaç dinlenme sonucunda varacağınız yere daha erken varırsınız. Dinlenmeyen ise yavaş ilerlemek zorunda kalır, durmak onun için büyük bir korkudur, cesaretinin bitişidir. Güç lazımdır ilerlemek için. Lakin; Umut yoksa, ne sabahın geleceğine inanılır, ne de günün birinde ölüneceğine.

Yılan dinlendikten sonra yavaş yavaş kendini yormadan yoluna devam eder. Yolda ilerlerken ona kahkaha atanları yorgunluktan adım atamayacak kadar güçsüz olduklarını görür ve tebessümle geçer yanlarından. Her gülenin başına gelir, güldüğü. Günü geldiğine kendisine gülünür bu kez. Zaman kaygandır, çabuk geçer. Kiminin ayağını kaydırır, kimini de yolundan caydırır. Zamandan korkan, her şeyden korkar. Ve azmini yitirmeyen yılan, bütün hayvanlardan daha çok mola verdiği halde en erken zirveye o varır. Ve her yaklaşanı zehri ile yolundan çevirir.

Servet Saygınoğlu – Yolundan olacağına yılan ol, yolundan olma!

3 Mart 2012 Cumartesi

En büyük derdimiz dürüstlük.


En büyük derdimiz dürüstlük...
Geçenlerde işyerindeyken yemek paydosunda arkadaşlar kahvehaneye gitmişlerdi, iki arkadaş atölyede oturuyorduk. Aniden kırk yaşlarında bir adam içeri girdi. Kapının önünden bir demir parçası aldı. "Ağabey, beş dakika içinde getireceğim" dedi. "Tamam, bekliyorum" dedim. Adamın tipine bakıp karar verilmez ama gözleri oynuyordu adamın... Arkadaşa; "Bu adam demiri geri getirmez" dedim. "Getirir yaw, garibanın teki zaten." dedi. Bekledik, dediğim çıktı. Getirmedi. 

Kıssadan hisse; Götürdüğü tek parça demirin fiyatı 2 lira etmez. O demirin yokluğu ile ne patron fakir olur, ne de adam zengin. Ama adam iki liraya insanlığını, dürüstlüğünü sattı. İşte gerçek trajedi budur. 

Servet Saygınoğlu - Yaşamdan Kesitler

1 Mart 2012 Perşembe

Sanat mı, ne sanatı?

Bu saatten sonra şiir falan yazılmasın artık. İyice yüzlere, gözlere bulaşmaya başladı sanırım. Şimdiye kadar yazılmış olanlar önümüzdeki bir milyon yıl idare eder bu dünyayı. Son günlerde çıkan şarkılara takılıyor kulaklarım, o kadar saçma sapan sözler ve cümleler giydirilmiş ki, müziğin arasına söz sıkıştırmak gibi bir durum haline gelmiş.

Nerede kaldı bizim dinlediğimiz müzikler? Şimdikiler müzik yaptıklarını zannediyorlar öyle mi? Yoksa ben mi eski kafa olarak davranmaya başladım? Olacak şeyler değil, biri “Masadan eksiliyor dostlar” diye bağırıyor, öteki pembe mezarlıktan bahsediyor. Diğeri “Susma veda ederken” diyor. Biliyor ki konuşsa küfür edecek yani, neyi bekliyor bunlar? Biri de aaaay diyerek şarkı yaptığını zannetmiş. Gerçi beğenenler de var bunları, beğenenlerin nasıl bir kimliği olduğu zaten uzaktan anlaşılıyor. Sanat demek, neyin sanatı bu? Nerede kaldı kafanız? Neyi söylemeye çalışıyorsunuz? Sanatın daha fazla ilerlemesi gerekmez mi? Neden daha kötüye ve müziği rezil etmeye doğru ilerleniyor? Bir yıl önce çıkmış olan albümlerin kaç tanesini hatırlıyoruz? Dım dıt tıs diyorlar ve şarkı bitiyor.

Gerçi şarkı demeye de utanıyorum ya, orası da ayrı bir konu. Neden bir Zeki Müren eskimiyor? Ya da beyefendiliği ile daha çok tanınan Orhan Gencebay? Çünkü bunlar müzik yaptılar, şarkı yapmadılar. Sanat vardı. Bunlar sanat yapıyorlardı, şimdikiler ise şarkı değil salla at yapıyorlar. Sonrası zaten malum, üç gün sonra unutuluyorlar. Müziğiniz batsın. Neyse bende bir tane yaptım, “didir dududud dam baram bamm” bunu aklınızda tutmanız üç gün sürmesin ama yazıyı okuduktan sonra unutun. Unutun ki sanatın ne olduğunu ve sahiden kimlerin yaptığını hatırlayın ve dönün onlara. Benden bu kadar.

Servet Saygınoğlu - Sanat mı, ne sanatı?