18 Aralık 2012 Salı

TV

Televizyon, insana çift taraftan saldırır. Hem kulağa, hem de göze. Bu durumda akıl ve beynin üzerini örter. Ne zaman televizyon karşısında birkaç dakika kalsam; ertesi gün, sabahtan akşama kadar o izlediğim görüntü ve replikler aklımda dolaşır dururdu. Bir de bakardım ki, koskoca gün hiçbir şey düşünmeden, aklımı hiçbir şekilde çalıştırmadan bitmiş. Ayda yılda bir; sinemaya gitmek neyse de, TV izlemek uyuşturucudan beter. Çünkü hem bugünkü zamanını, hem de izlediğin şeyleri ertesi gün hatırlamanı sağlayarak yarınını çalıyor. Beyin, düşünmedikçe katılaşır. Sporcu, idmansız kalırsa göbeği çıkar ve günden güne ritmi düşer.

Beyninizin, et parçası halinde kalmasına izin vermeyin. O, çok iyi işlere yarıyor.

Servet Saygınoğlu - TV

14 Aralık 2012 Cuma

Eurovizyon'a Selam

Bu sene eurovizyon'a girmiyormuşuz. Çok da büyük mesele ya!  Girdiklerinde sanki bir şey oluyordu. Türkiye'yi temsil eden şarkıların ingilizce olması,  zaten benim ülkemi temsil eden bir şey değildir. Aşık Veysel'den Nazan Öncel'e, Mahsun'i Şerif'ten Kıraç'a, Neşet Ertaş'tan Teoman'a kadar onlarca şarkı-türkü yazanımız ve söyleyenimiz varken yabancı şarkıların söylenmesi... Girmememiz daha iyi oldu. Çünkü o sahnede benim dilimden başka bir dilde sanat(!) icra ediliyorsa, yapılan sanat değil, ingiliz maskotluğudur. Arz ederim.

Servet Saygınoğlu - Eurovizyon'a Selam

9 Aralık 2012 Pazar

İnsansızlık


Binlerce arkadaşın vardır... Onlarla konuşmak sana huzur verir, yoklukları can sıkıcıdır. Tahammüle gelmeyen... Onlardan daha hızlı ilerlersen yaşamda, zamanla anlaşılmamaya başlarsın ve anlaşılmadığın diyarlardan sessizce uzaklaşırsın... Bir de bakarsın ki, bir diyar kalmış; kendi diyarın. Anlarsın ki: sen, kendine yetecek düzeye gelmişsin. İşte içinde bulunduğun yalnızlık; bir zamanlar sana zulüm iken, bugün huzurun ta kendisi olmuştur... Az insan, çok huzurdu ya... “İnsansızlık, huzurun kaymağıymış” diyerek, halinden keyif alır, tebessümle yaşarsın hayatını...

Servet SAYGINOĞLU - İnsansızlık

2 Aralık 2012 Pazar

Doğruya Doğru

İnsan, yaptığı işi hobi olarak gördüğü sürece, aradan yıllar geçerse bile aynı şevk ile yapar ve buna şahit olursunuz. Yazı alanında da, müzik alanında da örnek vereceğim çok isim var. Kısaca birkaç örnek vereceğim.

 Yazılarını samimi olarak bulduğum Ayşe Kulin mesela... Son iki kitabına kadar içini döker gibi yazarken olayı ticari boyuta taşıdı ve kalemini en sevdiğim yazarlardandı. Son iki kitaptır "kitap çıkarmış olmak" için yazıyor. En çok kazanan yazarlar arasında ilk sırada, sanırım artık yazma işini skor tabelasına uyarlamaya başladı. Müzik dünyasına gelince de son albümlerinde adeta "albüm çıkarmış olmak" albüm yapan iki sanatçı (!) Mustafa Ceceli Ve Ferhat Göçer. Zerre kadar tat alamadım. İçtenlik, samimiyet denen bir şey olmadığını ses tonunun yanı sıra şarkı sözlerinden de anlayabiliyorsunuz.

Bir adam var ki;
İşini hobi olarak yıllardan beri yapıyor, yorulmak nedir bilmiyor, söz yazıyor, müzik yapıyor, bunları yaparken de eğleniyor. Parası hiç umurunda değil. Samimi olduğu zaten aşikardır. İlk olarak "Kıl oldum abi" şarkısından bu güne kadar aynı tadı veren SANATÇI'dır. Adı Tarkan'dır, bunun haricinde Teoman’dır, Kıraç’tır ve daha birkaç tane var. Bu saydıklarım: gün gelir de Abramoviç kadar zengin olursa bile, yine müziklerinden aynı tadı alacaksınız. Çünkü paragöz değil, keyifle yapıyorlar. Hani şöyle bir örneğim vardır: Para için yapmam ama yaptığımda para ederse, diyecek sözüm yok" misali. Bu saydıklarım kişiler de öyleler işte.

Mesele
şu: Paranın bozmadığı insanlar gerek bize… Her alanda… Binlerce insan arasında bir iki tane çıkar iyi olan… Zaten iki kulağımız var, bize yeteceklerdir.

Servet SAYGINOĞLU – Doğruya Doğru

7 Kasım 2012 Çarşamba

Çamaşır Yıkarken Düşündüklerim

Bu akşam bir sürü çamaşır yıkadım... Yıkarken baya düşündüm, hatta nasıl başladım, ne zaman bitirdim bilmiyorum. Dalmışım düşüncelere;

Evli erkeklerin ço
ğu evlenmeyi önerir bekârlara. Fakat bunu söylerken ilk cümleleri de "Evine gittiğinde sıcak yemeğin hazır" derler. Şöyle bir sorun var: Böylesine zahmetkâr hanımların çoğunun kıymetini kocaları bilmez. Ya da kıymet bilen koca vardır ama kadın hizmet etmez. Hizmet ettiği zaman da, pişman ettirir... Yani önüne bir tabak yemek bırakıp da o yemeği zıkkıma çeviren...

Kendi adıma dü
şünürsem:  Yani hanımın yapacaklarını şu anda ben yapıyorum. O yaptığı zaman kıymetini bileceğim. Çünkü halinden anlarım. Karşıma çıkacak olan kesin burnumdan getirecek tiplerden biri olur. (Biraz önyargı gibi oldu) "Nereye kadar böyle gidecek?" diye bir soru mu geldi?  "Gittiği yere kadar." Tabak bitecek diye yemekten vazgeçmiyoruz, ya da birini severken kaç ay, kaç sene seveceğimize de karar vermiyoruz. Haaa takatten düşğüm zaman evleneceğim dersem, bu kez de ihtiyaca binaen evlenmiş olurum. Hani sıcak yemek için evlenenler gibi… Yağmur güzel yağıyor, sabah güneş açar belki…

Servet SAYGINOĞLU - Çamaşır Yıkarken Düşündüklerim

6 Kasım 2012 Salı

Erdal Demirkıran'la...

Bugün Erdal Demirkıran'la buluştuk. Güzel bir sohbet oldu. Söylediği en etkili cümlelerden biri ise "Orhan Pamuk gibi bir yazarın kitapları dünyada ilk sıralardayken, Türkiye'de 20 bin ancak satıyor. Yok, bilmem Ermeni soykırımıymış, neymiş derken adamı dışlıyorlar. Onun kitabının Türkiye'de sattığı rakamdan fazla satıyor benim kitaplarım... Normalde egomun okşanması lazım ama zoruma böyle bir insanın az okunması…"

Yerden gö
ğe kadar haklıydı, Orhan Pamuk dediğimiz insan Nobel Edebiyat Ödülü'nü Türkiye'ye getirmiş ilk insandır. “Adamın siyasi yönünden kime ne?” Verdiği röportaja göre mi değerlendirilmeli, yoksa kitabını okuduktan sonra mı karar vermeli… Ben de arada bir siyasi konulara değiniyorum iletilerimde… Fakat bu tür şeyler kitaplarımın sayfalarında geçmiyor. Senin dilini, dinini ayırt etmeksizin bir şeyler yazıp sunduysam, senin benden alabileceğin ya da kendinde fark etmeni sağlayacağım bir şeyler mutlaka vardır. Tabi sözümün özü şu: “Anadolu anaları yemeği yapar ve getirip önüne bırakır. İster yer, ister yemezsin… Benim felsefem de bu: yazıp sunuyorum, beğeniye hitap etme derdim yok, 7’den 70’e her insanın kendini sorgulaması gereken anlatılar… İsteyen okur, isteyen de TV karşısında sızar.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Dürüst Olmak


Cam macunu gibi her karşısına çıkana kendini beğendirme maksadıyla şekillere girmek; pazarlamacının işidir. Çünkü menfaat meselesidir, içten gelen bir davranış değil. Kaç tane berber: "Bugün on insanın saçını-sakalını kesip de ailesinin yanına tertemiz göndereyim” düşüncesiyle tıraş yapıyor?..

Yoksa “Bugün birkaç kişiyi tıraş edip harçlığı çıkarsam bana yeter.” diyor?  Ya da kaç tane fırıncı: “Bugün yüz kişinin sofrasına ekmek hazırlamam gerekiyor” neşesiyle ekmeği yapıyor? Yoksa “Bugün en az yüz ekmek satmam lazım. Yoksa çöpe gider, zarar ederim.” mi diyor. 

Mesele ne kadar dürüst olunduğudur.  Para için değil. İnsan kendisi dürüst olunca, para zaten kendiliğinden geliyor. Yani para için dürüstlük değil, dürüst olunduğu için paranın gelmesidir doğru olan…

Servet SAYGINOĞLU – Dürüst Olmak

24 Ekim 2012 Çarşamba

Bayram Neydi?

Bayram olacağını bugün onlarca insanın peş peşe ellerinde valizlerle yürümesinden anladım. Terk ediyorlardı şehri… Belki şehri, belki de bu şehirdeki kendilerini kısa bir süreliğine terk ediyorlardı. Ne de garip duygular içerisine girdim. Bir ben kalmışım gibi memlekette… Sıkıcı insanlar, sıkıcı iş ortamı (tatil olunca sevdiğin iş bile sıkıcı bir meşgaleye dönüşür) geldiğin ev, açtığın kapı bile üzerine gelir sanki. Şu anda böyle burası, ev çok sessiz… Her gün gece yarılarına kadar gürültülerine isyan ettiğim çocuklardan hiçbiri yok. Tam bir uyku hali… Buna bayram deniyor. Bayram neydi?

Acılı analar, yaralılar, kolu bacağı kopmuş bir şekilde hastanede ya da tekerlekli sandalyesine yürüyen gençler. Memleketin üzerine oynanan tüm oyunları, içtiğimiz suya kadar her şeyin satılması, öğrenci harçları, bugün asgari ücrete yapılan %6 zam, emekliye yapılan % 7.5 zam. Van depremzedelerine verilen susuz evler, emeklinin maaşından kesilen belirli bir paranın Suriye mültecilerine ödenmesi, Suriye’nin zengin tayfasının İstanbul’a gelip bir gün içerisinde iş yeri-vatandaşlık-ev-yer yatak temin edilmesi, 14 yaşındaki çocuğa onlarca kişinin tecavüz etmesi, sınıf öğretmenin sınıf ortasında 15-16 yaş arası çocuk tarafından bıçaklanıp öldürülmesi...

Devam etsem buradan köye yol olur. Açık olan şu: HAZMEDEMİYORUM. Zenginin iyice zengin, fakirin iyice fakir hale gelmesi, ülkenin değerlerini hiçe sayarak bir avuç cam macunu gibi ülkeyi istedikleri gibi oynamalarını hazmedemiyorum.  Bayram dediğin huzurdur, kutlamadır. Bizde bu yok. Çünkü o kadar çok zam geliyor ki… Her şeye… Bu bayram fukaraya zulüm geliyor, neşe olarak değil. Çocuklarına bir çift çoraptan başka bir şey alamıyor. Bulunduğunuz ortamda etrafınızdakilerin bayramını tatlı bir tebessümle ve bir sarılma ile kutlama şansınız varsa ne mutlu. Tabi bu anlattıklarım vicdanı olana… Bana bayram değil, yüzlerce kardeşim şehit oldu. Kara bayramdır. Sevincim küçük bir tebessümden öteye geçmez. İyi bayramlara ulaşmak dileğiyle…

Servet SAYGINOĞLU – Bayram Neydi?

3 Ekim 2012 Çarşamba

Şiire Dair


Bıktık şu "Sen gittin, ben bittim" laflarından. Sana şöyle ölüyorum, sen gidince başıma bilmem ne geldi diyerek "Şair'im ben" diye dolaşanları görmek adeta karın ağrısı sebebi.

GÜNÜMÜZDE; deyim yerindeyse "Totosuna yediği tekmenin ıstırabını kelimelere dönüştürerek, bunun üzerinden para kazanana şair denir." Şimdilerde bir Nazım'ın, Orhan Veli'nin, Ümit Yaşar'ın, Can Yücel'in, Cemal Süreya, Özdemir Asaf ve daha birçoğunun -eksik isim yazdıysam affola- şiire verdiği tadı hangi biri verecek, bunu düşünemiyorum bile. Çünkü üstatları okurken adeta tebessümle okuyoruz. Çünkü parıltı var, umut var, sevgi var şiirlerinde. Lanet okumak yok, lanet etseler bile öyle naif bir üslup ile belirtiyorlar ki, için gidiyor... Üstatlardan sonra yaşayan iki tane şair biliyorum şimdi. Biri Murathan Mungan, diğeri de Sunay Akın'dır.

Haricinde varsa da biliyor olurdum muhtemelen. Şiir huzur verir, aşkı yeniden yaşatır, gidene bela okutmaz, yenisini bekletir, gidene yolu açık olsun demeyi öğretir, acıya merhem olur.

Şiir ütü gibidir, ruhun buruşukluğunu düzeltir.


Servet SAYGINOĞLU - Şiire Dair

22 Eylül 2012 Cumartesi

Aç Komşu


"Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir." demiş Efendimiz. Suriye'ye yapılan yardımlar nereden geliyor. Onun yüzde on'unu Van depreminde yapmadılar. Çadır dağıtma faciasını yemek dağıtırken insanların ezilmesini, çadırların ateşe verilmesini, faşistlerin "Beter olsunlar", "Takdir-i İlahi" dediklerini unutmadık. Dünya basınına reklam yapmak için düşülen eziklik, insanlık hali değildir.

 Bizim ülkemizde çatışma çıkıyor, Son Dakika haberi olarak Çin'liler görüyor ama bizim TRT'miz 23. haberde şehit olayına kısaca değinip geçiyor. Haliniz ne durumdadır diye bir soru soran olursa, her şeyi bildiğinden dolayı bize ağzıyla değil, münasip yerleriyle güler. "Hamdolsun, siz de iyisinizdir inşallah. Aman efendim mevsim değişikliği, kılık kıyafete dikkat buyurun." Çevir, kıvır çevir.

Servet SAYGINOĞLU – Aç Komşu

12 Eylül 2012 Çarşamba

Ebeveyn Nifakları

Yeni evlilerin olayı… Hani şu kaynanaların her türlü olaya muhabbete bir şekilde yönlendirici olmaları… Hazmedilebilir tarafı yok. Aile içerisinde ne kadar problem olmuşsa; ya damadın anası damadı dolduruyor, ya da gelinin anası gelini… Bir araya geldiklerinde de ne huzur kalıyor, ne de muhabbet. Aynı yatağa girdiklerinde bile birbirlerine daha evliliğin ilk günlerinden sırt dönmeye başlıyorlar.

Çünkü ikisi de “kendileri” değiller. Aslında o yatakta gelinin anası ile damadın anası birbirine sırt çevirmiştir. Bir arada yaşanılan yani gelin damat, kaynana ve kayın pederden oluşan bir aile ortamı kadar rezil bir durum yoktur. Bu durumda damat akşam eve geldiğinde annesi başlar gelinin neler yaptığını bir bir anlatmaya… Anneyi dinlemeyince de hayırsız evlat olmuş oluyor… Kızın annesi, kızını düşünerek sürekli akıl verir, damadın annesi de sürekli bir şeyler anlatır. İnsanın kaçası geliyor böyle durumlardan… Fakat evlilik denen kalenin içinden çıkınca insan yarım çıkar. Yani hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Kaçmak çare olmuyor, bu bahsettiğim dolduruşçu anne karakterleri en ufak bir sözünden çıkılma durumunda “Sütümü helal etmem” şeklinde duygu sömürüsü yaparak çocuklarına dilediklerini yaptırır ve egolarını tatmin etmeye çalışırlar. Çünkü zamanında kendileri de diledikleri gibi yaşamak istemişlerdir ama anneler ve kaynanalar çıkmıştır karşılarına… “Ben buldum, kızım/oğlum bulmasın” düşüncesiyle hareket ettikçe üste çıkma muhabbetleri başlıyor ve ortalığı meydan muharebesine dönüştürüyorlar.

Nişan ile düğün arasında geçen zaman içerisinde birbiriyle tartışmayan, neredeyse saç baş yolacakmışcasına kavga girişiminde bulunmayan dünürler neredeyse hiç yoktur. Özelikle bu olaylar ev eşyaları alınırken gerçekleşiyor zaten. Gelin bir şey beğeniyor, damadın annesi kabul etmiyor. Damat ise “Anne sen karışma, bunları sen değil, benim karım kullanacak sonuçta.” deyince de damadın annesi “Oğlumu elimden aldılar, hemen de beynini yıkamışlar amaneyyy” diye ortalığı velveleye verir. Eskiden evlilikler ne güzelmiş. Tamam kadının yeri o kadar büyük değilmiş ama gelinin annesi eşya beğenmemezlik yapmazmış. “Ne de olsa onların evi, onların yuvası” diyerek sesini soluğunu çıkarmazmış. Böyle olunca da, damat annesi baskın oluyormuş. Ne bileyim… Valla berbat bir konu… Bunu yazarken bir kez daha soğudum bu evlenme muhabbetlerinden...


Servet SAYGINOĞLU – Ebeveyn Nifakları

1 Eylül 2012 Cumartesi

Daha Büyümedik


Umut vardı gözlerimizde, parıldıyordu… Karanlığın olması umurumuzda değildi, biraz korkuyorduk ama bizim aydınlığımız yetiyordu yollarımızı aydınlatmaya… Hem bir güç vardı tepemizde, umursamıyorduk. Sorumsuzluk, rahatlık, her isteğimizin ayağımıza kadar gelmesi, bir dediğimizin bir olarak yapılması, reddedilme esnasındaki iki damla gözyaşının isteğimizi kolayca yerine getirmesi, mutluluk, en en en mutluluk…

Büyümek, sigara içmek, sakallarımızın olması, dolmuş şoförlerine özenmemiz, kamyonlara hayranlıkla bakmamız, yakar top oynamamız, ırmakta boğulma korkusuyla yüzmemiz, su üzerinde taş yüzdürmemiz, ilk yemek yapma girişimimiz, ilk kavgamız, ilk hüsranımız…

Biz aslında büyümedik, bedenimizin büyümesine bakarak büyükler gibi davranmaya çalışıyoruz. Bedenimizin büyüdüğünü görenler, yüklerimizi ağırlaştırıyorlar. Bir de bakıyoruz ki kocaman adam olmuşuz, ama o çocukluğumuz daima yerinde duruyor. Bazen sarılıyoruz ona, onun istediği her şeyi yapıyoruz. Keyfini çıkarırcasına, kimselerin görmediği yerlerde, birlerine maskara olmak istemezcesine yaşarız bu çocukluğu… Sevindiririz çocukluğumuzu.

Biz büyümek istemedik, bedenimiz büyüdü, çocukluk olduğu gibi duruyor, onu da sevindirmeyi unutmayalım. Çoğu zaman kimselerin olmadığı yerlerde cebimizden çıkarıp özgür bırakır gibi bırakalım. Onun da sevinmeye ihtiyacı var. Ekmek gibi, su gibi, oyuncak gibi…

Servet SAYGINOĞLU – Daha Büyümedik

28 Ağustos 2012 Salı

Düğün, Takı, Çeyiz


Yolcunun gelmesi güzel de, uğurlaması zor oluyor. Kimse gitsin istemiyoruz, ne yanımızdan, ne de hayatımızdan… İyi dilekler vardır içimizde, zaman zaman yolunu beklediğimiz, bazen ne yapsak da ulaşamadığımız. Evli evine, köylü köyüne muhabbeti son günlerde kafamda hem cirit, hem tur atıyor. Umarım Usain Bolt’a yetişir.

Aklım dü
ğünlere takıldı… Zamane düğünleri eziyetten başka hiçbir şey ifade etmiyor. Nikah masasında otururken bile istekler hala devam ediyor. Şu da bir gerçektir ki: “Evin eksiği hiçbir zaman bitmez.” Şu anda en zengin adamın evine gitseniz dahi bir sürü eksiğin olduğunu görürsünüz. Çünkü her insana göre kendi istediklerin olmaması o evin eksikliğidir.

Son zamanlarda bir duruma rastlamı
ştım; Yakında düğünü olacak olan kızın ağladığını gören bir arkadaşı, neden ağladığını sorar ve kız yanıtlar; “Nişanlım, istediğim oda takımını almadı, kendi annesinin beğendiğini aldı.” Şimdi böyle anadan da hayır gelmez, böyle bir şeyi dert eden gelin adayından da. Böyle şeyleri bile ağlama malzemesi yapabilecek duruma geldiler.

Kadınların ço
ğu, yeni ev düzenlerken “Nasıl daha kullanışlı olur?” şekilde değil, “Nasıl daha gösterişli olur?”şüncesiyle eşya alıyorlar. Misafir dediğin, sadece gözüyle görür. Ama sen yıllarca o eşyaları kullanmak zorunda kalırsın. Bozulduğunda ise isyan edersin. “Kullanışlı bir şey almadığım için böyle oldu” demek yerine “Malzeme bozuk çıktı.” diyerek aldığı eşyaya suç atar.

Bir de kafama takılan
şu takı töreni var. Ortam içerisinde takı takılmasından yana değilim, bazı aklı başında insanların uyguladığı yöntem var. Bunu herkese de öneririm. Örnek şu: Takı takmak isteyenlere zarflar dağıtılır. Hediyesini içine bırakan, gelip evlilerin masasına bıraktıktan sonra tebrik ederek yerine geçer. Hediye olarak kızıştırma olayı çok olur, bu da durumu olmayanları böyle ortamlarda kolayca ezer. Buna hiç gerek yok. Yazdıklarımın hepsini kafamda canlandırırken, düğüne gidip gelmiş kadar oldum valla. Öyle işte.

Servet SAYGINOĞLU – Düğün, Takı, Çeyiz